26 Nisan 2016 Salı

ÇOK İSTEYEN HEP FAKİRDİR Yeni Söz Gazetesi 24 Nisan 2016

Mustafa Çevik

ÇOK İSTEYEN HEP FAKİRDİR

Mustafa Çevik
Öyle diyor Lucius Annaeus Seneca. “Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.”
Greory Penelman isimli matematikçinin hikayesini mutlaka okumak gerek. Pionchare Sanı'sı olarak bilinen matematik problemini 500 sayfalık bir izah ile çözünce milyon dolarlık ödülü hak etti.
Ama kendisine para ödülü takdim edildiğinde “paraya ihtiyacım” yok diyerek geri çevirdi.
Para için her şeyi satabilecek nesiller için bunu anlamak mümkün değil elbette.  Ama ulusların zenginliği daha çok para kazanmak için çırpınanların değil parayı ciddiye almayan idealistlerin omuzunda gerçekleşir.
Yani paraya tapanların değil onu ayağının altına alanların sayesinde. 
  **
İktisatçılar ekonominin tanımını şöyle yapar: “Sınırlı dünya kaynaklarıyla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılama bilimidir.”
Peki insan ihtiyaçları sınırsız mıdır? Kanaat diye bir şey yok mudur?
Akıl sahibi olmayan canlılarda hiç ölmeyecekmiş gibi mal biriktirme ve hırs yokken akıl sahibi varlık olan insan hırs ve tutku ile körleşir.
Dengeli, kanaatkar ve dünya ile mantıklı ilişki geliştirmek insandan beklenirdi.
İhtiyaçları sınırlı olduğu halde sürekli yeni ihtiyaçların varlığı pompalanır.
Sürekli açmış gibi, sürekli parasızmış gibi, sürekli eşyanın yenisine, daha yenisine muhtaçmış gibi.
**
Ne kadar para o kadar masraf demektir. Ne kadar servet o kadar dert demektir.
Puşkin'in dediği gibi birine emredenler ve birinden emir alanlar özgür olamazlar. Onlar hep fakirdir. Onlar hep mahkûmdur. Onlar hep kaygılıdır. Hep tavizkardır.
Sırtında kıymetli yük taşıyorsan karşılaştığın, haksızlığa, hukuksuzluğa, hakarete, saldırıya kulak tıkarsın.
Çünkü muhatap olunca sırtındaki yükü riske etmiş olursun. O yüzden hayattaki yükü ağırlaştırmak yerine hareketimizi engelleyecek kadar biriktirmemek lazım.
Bu yük ister mal mülk, ister makam mevki ve isterse fazla kilolar olsun. Biriktirmek çoğu zaman zararlıdır. Kaygı kaynağıdır. Vesselam.

22 Nisan 2016 Cuma

AK PARTİ KARŞI DEVRİM Mİ YAPIYOR? 22.04.2016 Milat Gazetesi

AK PARTİ KARŞI DEVRİM Mİ YAPIYOR?

Mustafa Çevik 22.04.2016  Milat Gazetesi


23 Nisan resepsiyonunun iptali üzerinden yaşanan siyasal gerilim bir kere daha gösterdi ki Türkiye'de asıl tartışma A veya B partisinin iktidarı değil sorun.
Sorun devleti yöneten ve yönlendiren zihniyetin dönüşümüdür.
Devletin kurumları, kavramları, değerleri yeniden tanımlanıyor.
Daha önce de yazmıştım. Türkiye “kıble değiştiriyor” aslında. (http://www.yenisoz.com.tr/turkiye-aslinda-kible-degistiriyor-makale-7340)
Osmanlı'nın son döneminde başlayan ve kıblesi Paris-Brüksel olan Batılılaşma kazanmıştı.
Ülkenin bütün kurumları dönüştürüldü. İslam kültürünün izleri bir bir siniliyordu. Harfleri, kıyafeti, eğitimi, değerleri dönüştürüldü.
Uzun süre “hakimiyet-i milliye” olan seçim yapılmadı. İlk “seçimde” sandıktan çıkan Menderes idam edildi.
**
Özal ile başlayan ve Erdoğan ile devam eden dönüşüm Türkiye'nin “derin devletini” “derin muhalefete” dönüştürdü.
Sanıldığının aksine Türkiye'de bu gün “düzenli ordu” gibi sistematik bir derin muhalefet vardır. Bu muhalefet ne CHP'dir ne MHP ve ne de HDP'dir.
Aksine bunların tamamını ve birçok basın, STK ve değişik fraksiyonu kullanabilecek kadar organizedir bu muhalefet.
Sanıldığından daha güçlü ve derin dış bağlantıları vardır.
**
Devletin yeniden inşası veya bir karşı devrim söz konusu mudur?
Eğer böyle bir şey olmasaydı kesin inanalım ki bu “derin muhalefet” ne başı kapalı “first lady”lere de, milletvekillerine de ses çıkarmazdı.
Eğer Ak Parti sadece yol, su ve elektrik gibi alt yapı hizmeti sunsaydı ve o hovarda muhalefetlerinin hükumet iken bıraktığı ülke ekonomisini düzlüğe çıkarmakla yetinseydi hiç de ses çıkmazdı.
**
Ak Parti sistemin kodlarıyla oynadı. Kurumları yeniden inşa etmeye kalktı.
Devletin kıblesini değiştirmeye kalkıştı. “Derin Muhalefet”i kızdıran buydu.
**
Ekonominin rotasını Anadolu'ya çevirdi.
Menderes'in “her mahalleye bir milyoner” düşüncesi bu gün gerçekleşiyor ve İstanbul'u sermaye başkenti olmaktan çıkarıyor.
Anadolu'da zenginler türedi.
**
Akademi'de tekelleşme kırıldı. Belli çevrelerin tekelinde olan bir tür “beşik kertmesi”ne dönüşen akademisyenlik bu gün artık “her şehirde üniversite” girişimiyle kırılmıştır.
Akademisyen olmak ve “aydın” olmak tekeli kırılmıştır.
**
Basın, bürokrasi, diploması ve askeri sistemde de benzer dönüşüm yaşanmaktadır.
Basın gücü artık dengelenmiş durumdadır. Belli çevrelerin tekelinde olan basın eskiden halkı istediği şeye inandırırdı.
Artık bu tekel kırılmış ve alternatif ses tam anlamıyla kurumsallaşmıştır.
Bürokrasi ve diplomaside de benzer durum söz konusudur. Devletin, MİT, Emniyet İstihbarat ve Dış İşleri teşkilatlarında belli ailelerin ve çevrelerin egemenlik gücü kırılmıştır.
**
Asıl dönüşüm de devletin dindarlığa, farklı etnik ve mezhepsel kökenlere bakışında yaşanmıştır.
Devlet dindarlığı suç saymamaktadır. Kıyafetinden ve dini yaşantısından ötürü suçlamamaktadır.
Kürtçe konuşmak, yazmak ve anadilde hak talebi yasal olmasa da kamusal meşruiyet kazanmıştır.
Özetle başlık halinde yazdığımız bu ve benzeri dönüşümler bir karşı devrim gibi algılandığı içindir bu şiddetli muhalefet ve en olmadık çevrelerin işbirli.
Çünkü “hakimiyet-i milliye”ye dayanmayan cumhuriyet anlayışı ile yapılan haksız dönüşümler tekrar yerine konulmaktadır. Bu karşı devrime direniş sürecektir.
Türkiye'nin yönünün Müslüman dünyasına dönük olması yeterince güçlü bir karşı devrim dönüşümüdür.

18 Nisan 2016 Pazartesi

MEZHEPÇİLİK “PARALEL DİN”DİR Yeni Söz Gazetisi

Mustafa Çevik

MEZHEPÇİLİK “PARALEL DİN”DİR


Mustafa Çevik
Cumhurbaşkanı Erdoğan Mezhepçilik yapan ülkelerin liderlerinin gözüne bakarak "Mezhepçilik fitnedir. Ne Sünniyim ne Şii, Müslümanım" diye konuştu.
Dikkat etmek lazım. Erdoğan Mezhepçilik diyor mezhepdemiyor. Çünkü mezhep hoşgörüdür, İslam'ın yerelliğe, coğrafi şartlara açılmış özgürlük alanıdır.
Yüce Peygamberimiz “kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyin nefret ettirmeyiniz” buyururken kastı mezheplerin özgürlük alanıydı.
Din farklı kültürlerde yaşanabilir olmuştur mezheplerle.
İslam dininin kimi konuları farklı anlamaya imkan verdiği için farklı anlayışlar ve mezhepler çıkabilmektedir.
Ama mezhepçilik farklı bir şeydir. Hoşgörü alanının suiistimalidir mezhepçilik.  Mezhebi veya cemaat düşüncesini iktidar ve hegemonya aracı kılmaktır.
Erdoğan'ın “mezhepçilik fitnedir” çıkışı yerinde bir çıkıştı. Bu gün Müslümanlar birbirinin kanını mezhep veya fraksiyon fanatizmi üzerinden dökmektedirler.
İslam düşmanlarının eli “mezhepçi” devlet ve dini liderler üzerinden Müslüman topraklarına uzanabiliyor.  Bu fitnenin adını koymak bu zirvede gerçekten gerekli bir şeydir. İslam dünyasının mezhep çatışmalarını bilmeyen İslam tarihini de bilmiyordur.
Hz. Ali'den beri İslam dünyasında dökülen kardeş kanının birincil sebebidir mezepçilik. Bugün bir çok grup, cemaat ve örgüt gizli veya açıktan sözde “halifelik” ilan etmiş ve kendisinin dışındaki Müslümanı tekfir ediyor. Eline silah tutuşturulduğu anda ilk olarak Müslüman kardeşine doğrultuyor.
İslam dünyasında mezhep düşüncesinin düşünce özgürlüğüne zemin hazırlaması gerekirken fanatizmin, düşünce ve inanç özgürlüğünün önündeki engel haline dönüştürülmüştür.
Bu gün bir çok din adamı ve ilahiyatçı mezhep üzerinden Müslümanları ötekileştirmektedir. Bu da yetmiyor, cemaat ve meşrepler üzerinden ötekileştirme yapılıyor. Peygamber dönemindeki hoşgörü, Medine toplumundaki “çoğulcu” anlayış korunamamış, İslamın barışçıl ruhu yok edilmiştir.
Mezheplerden “mezhepçilik” devşirenler sürekli olarak Müslümana Müslümanlık propagandası yapmaya devam etmektedir. İslam dininin, Kur'anın ve sahih sünnetin çizdiği çerçeveyi beğenmek yerine mezhebin sınırını korumuş ve adeta bir “paralel İslam” veya “paralel din” tesis edilmiştir.
Bu “paralel İslam” anlayışının son örneği Rusya ile yan yana Müslüman gruplara karşı savaş ilan eden İran mezhepçiliği oldu.
Tarihte benzerine çok rastlanan bu mezhepçi fanatizmin önlenmesi Müslüman ilahiyatçıların ve entelektüel mücadelesiyle mümkündür. Mezhebin teolojik zemini yeniden ve doğru tesis edilmelidir. Müslümanlık her zaman mezhep kimliğinin önünde olmalıdır.
İslam ülkelerini birbirine düşüren ihtilaflar yerine ittifaklar büyütülmelidir. Kin, düşmanlık ve bölücülük yerine birleştirici ruh üzerinde çalışılmalıdır.
Bunun yolu temel hak ve hürriyetleri teminat altına alan İslam'ın ruhu yeniden “diriltilmelidir.” Bizler ister etnik ister mezhepsel anlamda halklarına Hak'kın bahşettiği temel hakları çok gördükçe Müslüman topraklara barış ve huzur gelmeyecektir. Çünkü “nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz.” Çünkü “Allah adaleti emrediyor.”
@mustafacevikMC

15 Nisan 2016 Cuma

ÇOK SEÇKİNCİSİNİZ “KEŞKE ÖLSENİZ” 15.04.2016 Milat Gazetesi

ÇOK SEÇKİNCİSİNİZ “KEŞKE ÖLSENİZ”

Mustafa Çevik 15.04.2016 Milat Gazetesi



                                                                     
Kerameti kendinden menkul iki profesör çıkmış televizyon programına. Atıp tutuyorlar. Bu ülkeden bir şey olmaz. Umudu kesmek lazım vs.
İşleri güçleri halkı aşağılamak. Gerekçe olarak da ilerleyememek. Biri de çıkıp demiyor ki “ileri” nedir “geri” nedir? Mesela teknolojide ileri ama değerleri yok olmuş bir toplum ileri midir geri midir?
Zaten kast ettikleri ilerleme teknolojik ilerleme değil. Kafalarındaki “çağdaş” yaşam değerlerine ulaşmış toplumdur ilerlemişlik kriteri.
Demokrasiyi aşağılıyorlar çünkü halkın sözü geçerlidir. Demokrasi “seçkinlerin” onların deyimiyle aristokratların düzenini koruduğu sürece iyidir. Ama onların düzeni için tehdit olmaya başlayınca darbe dahil her şeyi savunurlar. Nitekim “dışkı yedirmeyi” bile normal sayabiliyorlar.
Sonuçta karşısında “cahil halk” var.
Aristokrasiyi savunan bu köhne zihniyet milletle “çok cahilsiniz keşke ölseniz” diyerek alay eder aşağılar?
Çünkü zaten köle dediğin nedir ki? “Aristokrat” sınıfın hizmetini görmek için var olan bir sınıftır. Esas olan onlardır.
Diğerlerinin üniversite okumalarına gerek yoktur, sanayici, bilim adamı, gazeteci, akademisyen ve diplomat olmaları gerekmiyor. Hatta sakıncalıdır.
Adam açıkça söylüyor. Türkiye'den bir şey olmaz çünkü aristokrasi sınıfı yoktur. Amerika çökmek zorundadır çünkü herkese yönetme hakkı verdi diyor. Aristokrasi sınıfı ile “siyahi”lere aynı hakkı verirsen sonun hüsran olur diyor. Bakış açısı bu?
Tipik Ortaçağ ruhban sınıfı zihniyeti.  Köle efendi ikili anlayışı aşamamış adam. Oksijen yakıyor bu adamlar. Ama sorarsan “aydınlanmıştır” “ilericidir” vs.
Adam felsefe profesörlüğünden emekli olmuş vardığı yer “demokrasi ne ki” noktası. (Bu ibretlik ve müzelik kişiler için ‘Felsefe Bayiliği' isimli kitabımıza bakılabilir) Senin öğrettiğin felsefe emperyalizme hizmet etmekten başka neye yarar? Ancak çeviri faaliyetidir felsefe değil. Bu bir keşif kolu faaliyetinden öteye gitmez.
Adam profesör ama “Dağdaki çoban ile benim oyum bir olur mu?” diyen mankenden farkı yok. Okudun okudun profesör oldun manken seviyesine geldin. Bravo.
Kölesi eksik olunca dışarıdan ağır maliyetle köle getirmek zorunda kalmamak için “Anadolu halkı”nın cahil kalması, devletten ve sermayeden uzak tutulması gerekir, diye düşünüyor.
İş öyle olmuyor cancağızım. Gelecek sizin değildir, olmayacaktır. Çünkü hiç değilse siz nazik ve naçiz bedeninize kıymadığınız için üremiyorsunuz. O cahil dediğiniz halk sizin on katınız kadar doğurmaktadır. Siz çok seçkincisiniz “keşke ölseniz” demeye gerek yok. Zaten bitiyorsunuz.

12 Nisan 2016 Salı

Müslüman aydın olabilir mi? 12.04.2016 Milat Gazetesi

Müslüman aydın olabilir mi?  

Mustafa Çevik 12.04.2016 Milat  Gazetesi



Bu soru çoğu zaman tartışılır bir şeydir? Çoğu zaman “İslamcı aydınlar” veya “Müslüman aydınlar” ifadesi rahatlıkla kullanılır.
Bu tanımlamalara çoğu zaman kendini “modern” veya “çağdaş” olarak nitelendiren kişiler “aydın” sıfatını sadece kendileri gibi düşünenlere ait sandığından “Müslüman aydın” tanımlamasına karşı çıkar.
Peki aydın nedir? Aydın kelimesi eğer “Avrupa aydınlanması”ndaki “aydın” ise “Müslüman aydın” demek sorunludur.
Rasim Özdenören'in dediği gibi bu tanım “din karşıtlığına eş” olarak kabul ediliyor. Çünkü “aydınlanma düşüncesi” insan merkezle hayat anlayışını İlah merkezli hayat anlayışının karşısına koymaktır.
Buna göre “aydın” kişi dinin düşünürken ve davranırken dinin ekseninden ve etkisinden kurtulmuş kişidir.
Bu çerçeveden bakıldığında “Müslüman aydın” ifadesi her Müslüman için bir çelişki barındırır.
Esas sorun şudur: “Aydın” kimliğini veya vasfını metafizik alanın ve “dinin karşısında” olmak ile tanımlarsanız “aydını” değil “yobazı” tanımlamış olursunuz.
Yobaz kendi düşündüğünün dışındakileri tartışmasız yanlış kabul eden kişidir. Türkiye'deki “modern aydın” için din en zararlı şeydir ve bütün kötülüklerin kaynağıdır.
Tıpkı modern dönem “düşünürleri”nin Katolik kilisesine bakışı gibi bakarlar metafizik ve dini alana. Buna bağlı olarak dindarların din ve vicdan özgürlükleri ve buna bağlı giyim, çalışma ve bütün yaşam alanlarını kısıtlamayı “makul” görebiliyorlar.
Çünkü onların dinden kurtulması için müdahale edilmesi gerekir diye düşünürler.
Bu bir aydın tavrı değil bağnazlık tavrıdır denilebilir.
Öyle görünüyor ki aydın kelimesini veya vasfını “din karşıtı tutum” olarak nitelendirmek sıkıntıdır.
O nedenle Aydın tutumu aslında çok okumuş da “akıl ve bilim yoluyla aydınlanmış” şeklinde anlamak yerine toplumsal sorunlara karşı tutumlarda aranmıştır genelde.
Yani aydın tutumu bir epistem (bilgi) sorunu değil bir etik sorunudur. Çok şey bildiği halde yaşadığı toplumun sorunlarına duyarsız kalan birinin bilgisinin kaynağının dini mi yoksa seküler mi olduğu önemini yitirir.
Sorun az bilgi veya çok bilgi sahibi olmaktan çok bilgi sahibi olmazsa bile gerektiğinde toplumu ilgilendiren siyasal, hukuksal, ekonomik konularda risk almak ve adalet ve ahlak ilkeleri lehinde tutum takınmaktır.
Ama bu durumda da her siyasal tutum kendisine karşı tavır geliştiren kişilerin “aydın olmaktan çıktığı” gerekçesiyle mahkum etmeye çalışır.
Çünkü Aydın Tutumu'nun siyasal bir tarafı da vardır her zaman. “Hakkı tutup kaldırmak” elbette Hak'sızlık yapanların zoruna gitmiştir.
Aydın'ın din karşıtlığı ile veya din taraftarlığı ile ilgisi yoktur. Bir vicdan sorunudur  “aydın tutumu.” Dindarlar arasında da sekülerler arsında çok bilgili olduğu halde “zulme destek” verenler olduğu gibi zulme karşı çıkanlar da olmuştur.
Bu şekilde Ahlak/Adalet ekseninden bakıldığında her Müslüman aydın değildir, her seküler gibi. Aydın tutumu Hz. Ebubekir'e “sen adaletten saparsan seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen tutumun şiddete başvurmamış halidir.
Aydının karşıtı aydınlanmamış değil Zalim'dir. Zalim zulmü (karanlığı) destekleyen veya sessiz kalan kişidir. Zalim hakkı ve hakikati örten kişidir.

7 Nisan 2016 Perşembe

GENÇLİK YENİ ANAYASA İSTİYOR DA Milat Gazetesi

GENÇLİK YENİ ANAYASA İSTİYOR DA

Mustafa Çevik 05.04.2016  Milat Gazetesi


Hemen aklınıza gelmiştir? Hangi gençlik? Haklı. Çünkü şu ülkede öyle bir gençlik var ki tek derdi KPSS kazanmak.
Gençlere soruyoruz zaman zaman “senin idealin nedir?” diye.
Çoğunlukla aldığımız yanıt “iş bulmak” gibi yanıtlar alıyoruz.
İnsanlıkla ilgili, tarihin gidişatı ile ilgili hayalleri, idealleri hatta fikri olan çok az genç bulursunuz.
**
Genç olmak tek başına değerli bir şeymiş gibi
Genç (kenz) hazine demektir, gizli potansiyel demektir.
Neyin potansiyeli? Yaşamanın, bilmenin, eylemin ve geleceğin potansiyeli.
Yani yapabilecekleri bakımından kıymet verilen bir yaştır gençlik.
Yani ister M. Kemal'in “Ey Türk Gençliği” dediği genç olsun ister N. Fazıl'ın kast ettiği “İslamcı Genç” olsun.
Her biri bir “olması gereken” gençliktir, salt gençlik değil.

**
Kinik gençlik Yeni Anayasa ister mi?
Kinik bilirsiniz Sinop'lu Diyojen ile ünlenmiş dünyaya ve dünyadakilere duyarsız olan anlayıştır.
Kimseden bir şey istemeyen sadece kendi kişisel mutluluğunu düşünen bir yaklaşım.
Büyük İskender'in “Ey Diyojen, dile benden ne dilersen” sözüne “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen anlayış.
Bir krala söylenebilecek en ağır şeydir. Ona minnet etmediğini söylemek.
Pirleri bir fıçıda yaşamayı tercih ettiği için köpeksi anlamına gelen Cinic yaşam tarzı denmiş bu tarza.
Böyle “lümpen” ve kinik (köpeksi demek) gençlik yeni bir anayasa istemez.  Umurunda da değildir.
**
Köle ruhlu gençlik de Yeni Anayasa istemez
Dünyadaki eğitim modeli gençleri iş bulmaya endeksli ruh haline hapsettiği için onların da yeni bir anayasa derdi olmaz.
Karşılaştıkları ilk şeyi tek doğru sanan bir kalabalık sadece.
Coşkuya, eğlenceye var ama düşünmeye ve duyarlı olmaya yok.
Kölelik eskiden ayaklardaki pranga ile anlaşılırdı. Bu gün insanlar ayaklarında pranga görmeyince özgür olduklarını sanıyorlar.
Oysa medyadan, cep telefonlarından hepsi yönetilir. Hepsinin hayalleri bile kontrol altındadır.
Ruhlarına pranga takılanlar köleliği içselleştirirler. Bu “kula kul olma” düzeyidir.
Böyle bir gençliğin de yene veya eski anayasa diye bir derdi olmaz
**
Birbirine düşman edilen gençlik
Yenilikçi gençlik, Atütürkçü gençlik, İslamcı gençlik, Türkçü/Turancı gençlik, Kürtçü gençlik…
Birbirine hoşgörü gösteremeyecek gençliklerdir bunlar ne yazık ki.
En çok siyasal kavgalar en çok okumuş gençlerin olduğu üniversitelerde olur.
En çok da yüksek puanla girilen birimlerde siyasal kavgalar ve çekişmeler olur nedense.
Yani en başarılıları en iyi kavga eden hale getiriyoruz.
Şimdi bu gençlik “yeni anayasa” konusunda anlaşır mı? Hayır.
Demek ki onlar da büyüklerinin yolundadır. Geleceğin kampları da hazır demektir.
Gençliği bağnaz bir milletin geleceği ümit vermez
Gençler eğer kendisi gibi düşünmeyen, inanmayan, konuşmayan, giyinmeyen arkadaşlarına tahammül edemiyorsa sorun onlarda değildir.
Sorun eğitim sistemindedir, siyaset yapma şeklimizdedir, basın ve medya mensuplarının kışkırtıcı üslubundadır.
Gençliği birbirine kırdırarak geçinenler bir ülkenin geleceğini inşa değil imha edebilmiştir sadece.
Tarih böyle örneklerle doludur.

4 Nisan 2016 Pazartesi

“TÜRK RÖNESANSI”NI SON VİRAJDA ENGELLEMEK VE 2023 VİZYONU Yeni Söz Gazatesi 3 Nisan 2016

Mustafa Çevik

“TÜRK RÖNESANSI”NI SON VİRAJDA ENGELLEMEK VE 2023 VİZYONU

Mustafa Çevik
Rönesans bilindiği gibi, “yeniden diriliş” veya “yeniden doğuş” anlamlarına gelen Latince re-nasci kelimesinden gelir.
Yeniden” bir doğuş veya dirilişten söz edildiğine göre bir “ilk doğuş” veya “ilk diriliş” söz konusudur.
Nedir ilk doğuş? Onu yanıtlamaya çalışalım.
Bilindiği gibi Rönesans düşüncesi 15 ve 16. yüz yılllarda Ortaçağ'ı karanlığa sürükleyen Katolik din anlayışına karşı çıkış ile başlar.
Bilim, sanat, edebiyat, hukuk, ahlak ve siyaset yani yaşamın her alanını sözde “Tanrı” merkezli bir yaklaşım ile temellendiren Katolik Hıristiyan anlayışına bir başkaldırıdır Rönesans.
Dinin yaşamın her alanını egemenlik altına almak için kullanıldığı Ortaçağ'atopyekün bir karşı çıkış vardır burada.
Rönesans'ın sanat ve bilim öncüleri bu sahte “Tanrı Merkezli” hayat anlayışına karşı çıktılar. Hayatı yeniden kurmak gerekir. Tıpkı Avrupa'nın “asli kültürü” olan İlk Çağ Yunan medeniyetindeki gibi.
Bu Hıristiyanlık öncesi bir dönem olduğu için dinden bağımsız, insan ürünü ve seküler bir kültür olduğuna inanıldı.
Yani dinden ve “Tanrı” düşüncesinden bağımsız bir şekilde insanın kendisinin yaşamını kurguladığı bu dönemin referans alınması gerekirdi.
İşte “ilk doğuş” olan bu dönemin yeniden doğmasına veya yeniden canlandırılmasına “Rönesans” denildi.
İkinci doğuş” ile insan yeniden keşfedilecektir. Bunun için yeniden bir “doğa” tanımı özellikle de “insan doğası” tanımı yapılması gerekiyordu.
Dine bağlı hukuk değil insan merkezli bir doğal hukuk, bir doğal din, bir doğal ahlak ve epistemoloji inşa edilecekti.
“Aydınlanma” denilen bu yeni anlayışın kutsalı artık Tanrı ve “Kitab-ı Mukaddes” değil “akıl” ve “bilim”dir.
Artık dünya seküler olarak algılanacaktı. Devlet yönetiminde dinin verilerine ve normlarına başvurulmaması gerekir artık.
Kısmen ateist ama büyük oranda “Deizm” düşüncesine bağlı idi bu dönemin düşünürleri. Deizm bilindiği gibi bir tanrı'nın varlığını inkar değil Tanrı'nın evreni yarattığı ama müdahale etmediğine inanmaktır.
Bunun anlamı şudur: Tanrı varsa bile din göndermemiştir. Bütün dinler birilerinin uydurduğu düzenlerden başka bir şey değildi. 
Böyle olunca Katolik inancı mensuplarının üzerinden din ve Tanrı düşüncesinin insan hayatından atılmış oluyordu.
Hz. İsa'nın doğuşu ile 16.  Yüzyıl arasındaki dönem Avrupa'nın bir tür “redd-i miras” yoluyla terk edilmesi gerekirdi.
Yüzünü İlk Çağ'a döndürmesi yeterliydi “aydınlanmak” için. Asıl Avrupa kültürü ve medeniyetinin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlık bir “leke” idi ve giderilmesi gerekiyordu.
Peki Türkiye'de nasıl bir Rönesans oldu? Türkiye'de de bir “karanlık çağ” ve bir “yeniden doğuş” için başvurulması gerekin “ilk dönem” var mıydı?
Cumhuriyet ile başlayan ve “Türk Rönesansı” diyebileceğimiz bu girişimi önümüzdeki yazıda ele alacağız.
(*) Prof. Dr. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Öğretim Üyesi
@mustafacevikMC

3 Nisan 2016 Pazar

TÜRKİYE’NİN SOSYAL BİLİM POLİTİKALARI 2 -Hasta Medeniyeti Bilimsel Paradigma ile Transfer Etmek- 3.04.2016 Milat Gazetesi

TÜRKİYE’NİN SOSYAL BİLİM POLİTİKALARI 2

Mustafa Çevik 03.04.2016 Milat Gazetesi


Hasta Medeniyeti Bilimsel Paradigma ile Transfer Etmek

Bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi Türkiye'nin mevcut Sosyal Bilimler alanında akademik araştırma yapmak üzere gönderilen öğrenciler Yaratıcı merkezli bir değerler dünyasını seküler ve din dışı bir değerler dünyasına dönüştürme projesinin devamıdır. Burada iki şeye itiraz edilebilir belki. Birincisi Batının seküler bir dünya ve bilim görüşüne sahip olduğuna itiraz edilebilir. İkincisi de bizim Yaratıcı merkezli bir dünya ve medeniyet anlayışına sahip olduğumuza itiraz edilebilir. Önce ikincisi üzerinde düşünelim. Bizim devlet, ahlak, hukuk, psikoloji, felsefe ve benzeri medeniyetin temellerini oluşturan bilim alanlarının Yaratıcıdan bağımsız tamamen insan ürünü düşüncelerden oluştuğunu söyleyebilir miyiz? Her ne kadar uymasak da devletin adalet amacıyla var olduğuna ve adaletin de Allah'ın istediği hak ve hukuk anlayışına uygun yönetim sistemi olduğuna itiraz edilemez pek. Başka bir şey. Mesela ahlak anlayışının tamamen seküler olduğunu ve yaratıcı ile ilişkisinin olmadığını söylememiz mümkün müdür? Türkiye'de yaşayan sıradan bir insana sorsanız bu soruya evet yanıtı alamazsınız.
Birinci soru bağlamında düşündüğümüzde zaten Batı'nın Modern dönem sonarsı bilim anlayışının tamamen seküler olduğu  inkar edilmez bir durumdur. Örneğin psikoloji, sosyoloji, dinler tarihi ve benzeri hangi alanı düşünürseniz düşünün bunun aslında tamamen insan ürünü yaklaşımdan türetilen bir anlayış olduğu düşüncesini doğrularsınız.  Bunu Batı'da doğmuş neredeyse bütün bilimlerin ve özellikle de Sosyal Bilimlerin modern dönem sonrasının insan merkezli hümanist, aydınlanmacı ve seküler temele dayandığını görebilirsiniz. Zaten, bilindiği gibi, Aydınlanma denilen yaklaşımın temel paradigması akıl ve bilime dayalı dünya görüşüdür. Bunun adı sekülarizmdir. Sekülarizm ise dinin her alanda devre dışı bırakılmasıdır. (Casanova:65)
Bunun için batıda eğitim görmüş bir bilim insanının büyük oranda bir seküler zihin donanımına sahip olacağını ve dini bilimler ve metinler dahil olmak üzere bu çerçeveden bakacağını görebilirsiniz. O nedenle denilebilir ki seküler bilim transfer etmek demek seküler bir medeniyet tasavvur etmekten başka bir anlama gelmez. Çünkü medeniyet teknoloji ve deneysel bilimden ibaret bir şey değildir. Medeniyet topyekün bir yaşam tarzıdır. Cemil Meriç'in de ifade ettiği gibi medeniyet din, hukuk, felsefe ve sanat üzerine kurulur. (Meriç:43) Otomasyon ve iletişim teknolojisi çoğu zaman medeniyetin parçalarından biri sayılmasına rağmen çok hızlı değiştiği için toplumlarda kalıcı etki bırakmıyor. Bu nedenle medeniyeti oluşturan veya onu diğer medeniyetlerden farklı kılan şeyler daha çok metafizik değerler ve kabuller alanıdır denilebilir. Daha açık ifadeyle A. Toynbee'nin de kabul ettiği gibi bütün kalıcı medeniyetler dine dayalı medeniyetlerdir. (Geniş bilgi için bak. Bekir Karlığa, 2013) Karlığa “bütün medeniyetlerin kökeninde bir dinin bulunduğunu” söyler. Ardından “Yaklaşık 300 yıldır dünyamıza yön veren Batı medeniyeti, akıl ile vahiy, din ile bilim arasındaki bu hassas dengeyi göz ardı ettiği için, insanlığı büyük krizlerle yüz yüze getirmiştir,” der. (Karlığa:10) Burada Modern dönem sonrası bu “Batı Medeniyeti”nin “din dışı” olduğu söylenebilir. Ancak bu yeni bir dindir aslında. Çünkü 300 yıllık Batının bize göre bu “Hasta Medeniyeti”nin temelinde din dışı ögeler olmasına rağmen bunun yeni bir din anlayışı olduğunu, başka bir ifadeyle bir “seküler din” olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Modern dönem sonrası varlık ve insan anlayışının vazgeçilmez ön kabulleri “akıl” ve “bilim” paradigması üzerine kurulmuştur. Bu o kadar kesin ve net bir kabuldür ki tutum ve bağlılık bakımından artık sekülerliğini yitirmiş bir dine dönüşmüştür denilebilir. Böyle bakıldığında bu artık bir din olduğundan bütün medeniyetlerin bir din üzerine kurulduğu genellemesinin burada da geçerli olduğu söylenebilir rahatlıkla.
Halihazırda Batının modern dönem ürünü olan bilim ve akıl paradigmasına dayalı medeniyet anlayışı ortaya çıkardığı kaos toplumu ve mutsuz bireyler nedeniyle değişim ihtiyacı duyulmaktayken,  “Hasta Medeniyet” diyebileceğimiz bu medeniyetin ithal edilmesi için seçilmiş beyinlerin görevlendirilmesi ve bu transferin daha hızlı yapılması için kalkınma planlaması yapmak ne derece basiret ile izah edilebilir? Ekonomi, teknoloji ve üretim merkezli medeniyet anlayışının oluşturduğu “Hasta Medeniyet”in büyük oranda başta Hinduizm-Budizm mistisizmine ve İslam tasavvufuna yöneldiğini görüyoruz. İslam dininin salt mistik olmayan ve salt rasyonel olmayan ve insanın düalist varlık yapısını dengeleyen söyleminin daha doğru bir insan, devlet ve medeniyet anlayışı olduğunu söylemek durumundayız. Kendi medeniyet algımızın kodlarını yeniden deşifre edip insanlık hizmetine sunmamız gerekirken “her şeyin en doğrusu Batıdadır” şeklinde bir anlayış ile oradan bilgi, bilim ve değer transferine kalkışmak çok sağlıklı bir proje değildir. Hantingtun'un deyimiyle Brüksel'i (Batıyı) kıble edinmiş Batıcı Seküler Cumhuriyet projesinde bir vizyon değişikliğine ihtiyaç duymamış olmak Türkiye'deki Özal ve Erdoğan sonrası “yerelleşme” vizyonunun bilim ve medeniyet dünyasına uyarlama konusunda bir eksikliğe işaret ettiğini gösteriyor.
Avrupa'daki  “Hasta Medeniyeti”nin asıl kaynağının değerler bunalımı olduğunu unutmamak gerekir. Değerler bunalımının da temelinde felsefi anlamda epistemolojik görelilik vardır. Yani eğer bir “hakikat” ve “değer” kriteriniz yok ise Sofist gelenekle başlayıp Postmodern gelenekle sürdürülen değerlerin sonsuz relativizm ihtimali kaçınılmazdır. Bu da hakikatın buharlaşması, başka deyişle, değer ve hakikat bunalımına neden olur. Batı medeniyetinin şu an içinde olduğu krizin temel nedenini kendi sorunlarımızın “devası” sanmak açık bir yanılgıdan başka bir şey değildir.
Bilim insanı yetiştirmek için Batıya gönderdiğimiz öğrenciler Osmanlı'dan bu yana sürekli bir “ilerlemecilik” anlayış ile toplumumuz geri kaldığını ve “değerlerini” değiştirerek ancak bu ilerlemenin mümkün olabileceği mesajını vermiştir.  Geri kalmışlık nedenlerinin çoğunlukla başta İslam dini olmak üzere kendi sahip olduğumuz değerlerde aranmasının nedeni budur.  Batıda yetişmiş bilim insanlarının kendi ülkelerinin “ilerlemesi” yönünde Batılı sosyal bilim paradigmasına dayalı olarak seküler dönüşümün öncülüğünü yapmaktadırlar. “Kendi toplumlarının kalkınmasını, insanının karekteriolojik inşasını bu değerlere göre kurgulamakta; toplumlarını hakim Batı medeniyetinin sosyal bilimi yoluyla askersiz, silahsız, kan dökmeksizin, yeni emperyalist sömürülüşün içine çekmektedirler.” (Şimşek, 2015)
Bilim, ister deneysel bilimler olsun isterse de sosyal bilimler olsun, hiçbir zaman iktidardan ve sermayeden tam bağımsız hareket edemez. Dünyadaki sömürü düzeninin temelini oluşturan bu hazcı, yararcı, fonksiyonalist “hasta medeniyet” her şeyi olduğu gibi “bilim” denilen “kutsal ineği” de araçsallaştırmıştır. Bilim artık kapitalist sömürü düzeni için bir endüstri alanından başka bir şey değildir. Her alanda olduğu gibi bu alanda da bilim ile insanı sömürüye hazır hale getiriyorlar. Onun için Batı'nın sekülerleştirilmiş medeniyetini kendi değer dünyamızı aşındırmak için görevlendirilmiş bilim insanı yetiştirmek yerine kendi paradigmamızın üzerine yeni bir bilim anlayışı kurmanın yollarını araştırmalıyız. Bunun için öncelikli olarak yapılması gereken şey varlık, insan ve anlam dünyasını gözden geçirmektir. İkincisi de yeni bir metodoloji geliştirmek gerekir.
Rahmetli Farouki'nin başlattığı “bilginin İslamileştirilmesi” belki “bilimin İslamilşetirilmesi” şeklinde dönüştürülmelidir. Ancak bu şekilde yeni ve kendi medeniyet kodlarımınız deşifre etmiş ve kurgulamış oluruz.

KAYNAKLAR:
  1. Bekir Karlığa, Din ve Medeniyet, Mahya Yayıncılık, 2013.
  2. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986, s. 119
  3. Eric Rothacker, Tarihselcilik Sorunu, Çev. Doğan Özlem, Ara Yayınları, İstanbul 1990.
  4. Gökhan TUZCU, “Lisansüstü Öğretim İçin Yurtdışına Öğrenci Göndermenin Planlanması,” Milli Eğitim Dergisi, Sayı 160, Ankara 2003.
  5. Josè CASANOVA, The Secular, Secularisations, Secularism, in Rethinking Secularism, (ed. Craig Calhoun), London 2011.
  6. Osman Şimşek, Batı Medeniyetindeki seküler Sosyal Bilim Anlayışı,
    1. ozgunsosyaldusunce.com (Erişim 18.07.15)

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...