11 Mayıs 2018 Cuma

Korku Endüstrisi ve Korkunun Ontolojisi, Mustafa Çevik

KORKU ENDÜSTRİSİ VE KORKUNUN ONTOLOJİSİ

Prof. Dr. Mustafa Çevik / Ankara Sosyal Bilimler ÜniversitesiPazar, 14 May 2017 01:52 (Diyanet Dergi)
Korkunun temelinde bilgi mi yatar cehalet mi? Başka bir deyişle, insan bildikçe korkusu artar mı azalır mı? Korkunun bir gerçekliği var mıdır? Veya neden korkarız? Bu yazının seyrini bu soruların çerçevesi belirleyecektir.
İnsanın yaşamını yöneten korkularıdır. Hayvanda da temel güdü yaşamını sürdürmesine mani olacak durumlara karşı kendini korumaktır. Tedbir alır, planlar ve uygular. Bütün canlılarda karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı hissettikleri korku onların yaşamını şekillendirir. Kimi kuşların yuvasını sarp kayalıklara veya ağaçların tepesine yapması gibi.
Canlılar içinde korkusu en fazla olan, dolayısıyla korkuyu hayatına en çok yansıtan insandır. İnsanın korkuları bilgisi ve zekâsı oranında gelişmiştir. Bilgisi arttıkça ve zekâsını geliştirdikçe karşılaşabileceği riskleri ve tehlikeleri de o oranda karmaşık hayal eder ve tedbirlerini de o oranda karmaşık ve sağlam olur.
Yakalanabileceği hastalıklar hakkında bilgisi arttıkça insan daha korunaklı ve daha hijyenik bir yaşama kendini hapseder. Gözle görünmeyen ve ilk bakışta öngörülemeyen riskler bilimsel gelişmeler ile birlikte görünür oldukça eskiden gerek görülmeyen ekstra güvenlik ve hijyen tedbirleri almaya başladı insan.
İletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesiyle birlikte yaşam şekli karmaşıklaştıkça, hem bireyler hem de devletler kendi varlığına karşı potansiyel tehlikelerin çoğaldığını fark ettiler. Bu durum insanın bilimsel ve teknolojik gelişme ile tehlikelere ve korkulara karşı tedbir alma imkânı sağlamış gibi görünüyor olsa da aslında aynı gelişmelerin yeni tehlikeleri ve korkuları da beraberinde getirdiği hatta icat ettiği de söylenebilir. Nitekim karşılaşılan birçok tehlike aslında insanın kendi yaptığının sonucudur. Üstelik bu sadece bilim ve teknoloji üretmekle de ilgili değildir. Yaptığımız her şey aynı zamanda bir tehlike getirir beraberinde. Taşınmak, ticaret, yolculuk, araba kullanmak, yatırım yapmak, hatta yaşamanın kendisi de sadece yaşadığımız için tehlikeler ve riskler barındırır. Var olmak, dünyaya adım atmış olmak, başlı başına devasa bir riski, her an yok olma riskini içinde barındıran bir olaydır.
Öyle ise korku ve onun temelinde yer alan tehlike yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır denilebilir. Tehlikeyi ve riski bildikçe korkarsınız. Onun için, “Kulları içinden ancak bilenler Allah’tan korkarlar.” buyrulmaktadır ayet-i kerimede. (Fatır, 39/28.) Bu kural, yani bilme ile korku arasındaki doğru orantı, sadece Allah korkusu için değil aslında genel durum için de geçerli bir kuraldır. Çünkü her zaman bilen, bilmeyenden; zeki, zeki olmayandan; gören, görmeyenden ve duyan, duymayandan daha çok korkar.
Mesela bir bebek, yanına gelen bir yılanın zehrinin oluşturduğu tehlikeyi bilmediği için rahatlıkla yılanı tutar ve hatta ağzına götürebilir. Bebeğe bunu yaptıran onun “konu” hakkındaki bilgisizliğidir. Hayvanların durumu da böyledir. Hayvanlar “kendilerine öğretilenin dışındakileri bilmedikleri için” bazen büyük tehlikelere korkusuzca atlayabilirler. Cahil insanın durumu da böyledir. Bilmediği bir duruma karşı risk hesaplaması yapamaz ve kendini cehaletin verdiği rahatlıkla riskli ortamın akışına bırakabilir. İslami anlamda “cehalet” de, yani yaratıcıyı inkâr eden kişiler, öte dünyada karşılaşabileceği tehlikenin riskini “bilmediği” için inkâr ve zulümde ısrar etmeye devam ederler.
Burada insan “aklını kullanınca” yukarıda söz edilen, çocuğun, hayvanın, cahilin vs. durumuna düşmeden var olan risk alanı hakkında bilgi sahibi olmazsa bile bir oranda ihtimal hesaplaması yapar. Tedbirini ona göre alır. Onun için zeki insanlar daha tedbirli yaşarlar. İman etmek de böyle bir şeydir. Aslında risk hesaplamasıdır. Elbette iman sadece korku üzerine inşa edilemez. Ama “korku ve ümit” arasında kalmanın korku payı böyle anlaşılmalıdır. Bu bağlamda daha önce “Hangisi Daha Zeki, Ateist mi İnanan mı?” başlığıyla bir yazı yazmıştık. Orda Hz. Ali’ye mal edilen “tedbir” amaçlı iman kıssası ve ona benzeyen Pascal’ın “Kumar Teorisi” yaklaşımını iman, bilgi ve korku ilişkisi bağlamında yorumladık. İnanmak elbette ilahî sevgiye dayalı olmalı öncelikle. Ama bir miktar da olasılık hesabı yapmaktır. Yaratıcıyı inkâr “ya varsa” ihtimalini görmezden gelmektir. Zekice olan riski görmek, ürkmek, korkmaktır. Ateistin “belirsiz ve bilinmez” kabul ettiği alan için tedbir almaması zekice değildir, rasyonel değildir.
Üretilmiş korkular
Korkular insan zihninin zihin dışındaki dünyaya yüklediği anlam ile ilgilidir. Zihin dışı derken fizik ve metafizik evrenin tamamı anlaşılmalıdır. Korkuya neden olan şey bazen yanı başımızdaki fiziksel bir nesne olabileceği gibi bazen de duyumlanamayan mana dünyasına ait varlıklar da olabilir. Bazen de insanın kendisinin uydurduğu hayali veya mitolojik varlıklar olabilir. Ama genel anlamda korkuların sübjektif yani zihnimizden dışarıya yüklediğimiz anlam ile oluştuğunu söylememiz mümkündür. Onun için çok ayrıntı düşünen, çok ince hesap yapan ve çok geniş olasılıkları hayal edenlerin çok daha fazla korkuları olur.
Genel bir kural olarak denilebilir ki bütün korkular zihnimizin ürünüdür. Panik veya “panik atak” denilen anksiyete bozukluğu çevreye karşı duyulan korkuya dayalıdır. Plan yapma, mantıklı davranma ve düşünme yetilerini yitirmek ve ölüm korkusu gibi belirtiler yaşatan (Dr. Ebru Yurdagül Altıntaş, “Panik Bozuklukta Yaşam Kalitesi: 3 Aylık İzleme Raporu,” (Yayınlanmamış Tez), Çukurova Üniv. Tıp Fakültesi, Adana 2006.) bu davranış bozukluğunun ismi de Yunan mitolojisinin yarı insan yarı hayvan olan Pan tanrısından alır. Pan aslında çoğu zaman neşelidir, pan flüt çalarak kırlarda gezinir ama zaman zaman insanları korkutmak için gürültü çıkarır. İşte aniden ortaya çıkan ve sebebi anlaşılmayan korkuların nedeninin bu gürültü olduğu düşünülmüştür Yunan mitolojisinde. (Gürel ve Muter, “Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin Kullanılması,” Sosyal Bilimler dergisi 2001/1.) Benzer şekilde aniden ortaya çıkan korku durumlarından kaynaklı davranış bozukluğunun “panik atak” olarak isimlendirmesi de buradan gelmektedir.
Korkuyu hissettiren kaygıdır. Bizim kültürümüzde “Deliye her gün bayram” ifadesiyle anlatılmak istenen kaygı yokluğudur. Delilerin ve çocukların nispeten daha mutlu olmalarının nedeni budur. Monteigne bu kaygı durumunu şöyle anlatır: “Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden, uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Oysa fakirler, haydutlar, köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha yanılmaz bir beladır.” (Monteigne,”Denemeler,” (Çev. S. Eyuboğlu) Cem Yayınevi, İstanbul 1989, s. 179.)
Toplum mühendisleri kaygı hâlinin gücünü bildikleri için sürekli olarak toplumda bir güvenlik ve gelecek kaygısı hissi üretirler. Bununla kalabalıklara, normal şartlar altında kabul etmeyecekleri şeyleri kabul ettirmiş olurlar.
Çoğu zaman siyasal, ekonomik ve ideolojik sömürüye açık hale getirmek için küresel güçler böyle korkular yayarlar. Terör, savaş, dış düşman, iç düşman, ulusal güvenlik gibi korkular çoğu zaman üretilir ve bunun üzerinden küresel sermayenin düzeni sağlamlaştırılmış olur.
Modern zamanlarda kentli insan için üretilmiş en sistematik korku ise kabul görmeme, başarısızlık ve yok sayılma korkularıdır. Eğitim ve propaganda yoluyla bir standart oluşturulur ve birey bu standarda uygun olmak için sürekli çabalamak zorunda kalır. Üretilmiş korkuların içinde en sistematik ve planlanmış olanı insanın yeterliliğini kurumsal ve toplumsal onaya bağlamaktır. “Onayın standartlaştırılması” ile insan sürekli olarak kendini birilerine beğendirmek için uğraşır olmuştur. Beğendirdikten sonra da kişi “beğeninin sürekliliği” için uğraşmak zorundadır. Kaygıya dayalı olarak elde edilmeye çalışılan bu tür mutluluğu Güvercin Mutluluğu diye tanımlamıştık.
Bu durum aslında korkunun bir tür ticari metaa dönüştürülmesidir. Korku her daim sizi yönetir. Standartlaştırılmış onaya itiraz etmek cesaret ister. Üretilmiş korkuların esaretinden kurtulmak için çok güçlü bir kişiliğe sahip olmak gerekir. Kurumsal ve toplumsal beğeni standardını önemsemeden yaşamak birçok alanda yetersiz olmayı, başarısız kabul edilmeyi ve yenilgiyi kabul etmiş olmak gerekir. Varoluş mücadelesinde yöntemi reddetmektir. Bunu yapabildikten sonra ancak bu “üretilmiş korkuyu” yenebilir bir kişi.
Toplumları kontrol altına almanın tek yolu elbette sistematik korku üretmek değildir. Etik ile yani “maruf”a dönüşmüş evrensel örf ile de yönetmek mümkündür. Ancak bu uzun süreli bir planlama ile mümkündür. Halkı topyekûn ahlaklı davranmaya alıştırmak zor olduğu için birey devlet ilişkisi daha sığ bir yöntem olan üretilmiş korkular ile yönetmeye başvurulur. Birey Allah ilişkisinde iman ve amel ilişkisi de korku yerine ahlak ilişkisi ile düzenlenebilir elbette. Ama benzer zahmet ve süre burada da söz konusu olduğu için kâmil iman sahibi olmayanlar ancak ayette buyurulduğu gibi teslim olurlar. Veya başka bir deyişle ancak Müslüman olurlar. Çünkü iman onların kalbine inmemiştir. (Hucurat, 49/14.) Ama imanın temeli korku değil etiktir.

3 Mart 2018 Cumartesi

İlk Tarih Felsefecisi Samsatlı Lucianus'un (Lukianus) Tarih Felsefesi-Tarihçilikte Ahlaka İlk Çağrı (First Philosopher of History Lucian Of Samosata's Philosophy of History-1st Calling to Ethics for Historians)

Samsatlı Lukianus’un Tarih Felsefesi Tarihçilikte Ahlaka İlk Çağrı

Miladi 120 ile 190 yılları arasında yaşamış olan Lucianus bir çok ilke sahiptir. İlk bilim kurgusal öykü yazarı, ilk yıldızlar arası savaş kuğusu yapmış, ilk tarih felsefesi ve metodolojisi yazmış, ilk defa Hıristiyanları İsa’yı tanrılaştırmakla suçlamış bir yazardır. Batı dü-şünce tarihinde çok etkili olmuş bir yazardır. Lucianus,en ciddi eserlerini bile ironi diliyle yazar. İroni Lucianus için bir yazma değil yaşam tarzıdır. “Savaş bütün kötülüklerin anasıdır” sözünü aktara-rak Ermenileri savaşta yenen halkının zafer sarhoşluğuyla herkesin tarihçi olduğunu söyleyerek, savaşın asıl kötü sonuçlarına işaret eder. (Lucianus, s. 172) Ona göre bu kadar kötü yazarın çıkması sa-vaşın kötülüğünün kanıtıdır. Bu ironik yaklaşımını ateşli hastalık sonucunda beyni olumsuz etkilenen ve sağlığını kaybedip trajedi oynamaya başlayan ortalıkta şarkı söyleyip gezen Abdera halkının durumuyla sürdürür. Ona göre Abdera’da bir hafta içinde bir çok tra-jedi sanatçısı türedi ama kafayı yedikleri için. (Lucianus, s. 171) An-cak arada ki fark şu: Abderalılar deliliklerinden trajedi yapıyorlardı bizim yazarlarımız akıllılıklarından her biri kendini birer Thukydi-des, birer Herodotos ve birer Xenophon sanmaya başlamışlar. (Luci-anus, s. 172) Lucianus Tarih Nasıl Yazılmalı isimli kitabın tarih ya-zan bu çılgınlara bir nasihat ve birkaç kural hatırlatması kabilinde olduğunu söylerken oldukça mütevazidir. (Lucianus, s. 173) Lucia-nus tarih yazanların çoğunlukla aklına estiği gibi yöntemsiz ve ku-ralsız yazdıklarını söyler, oysa tarih yazmak bu işi ciddiye alan için yazım çeşidinin en zor şekli olduğunu ileri sürer. (Lucianus, s. 173) Andromedia trajedisi diye isimlendirdiği bu çılgınlık halini benim-semiş tarihçilere hiç değilse bundan sonra çıkacak olan savaşları doğru yazmalarını öğütler.
Tarihçi Ahlaklı Olmalıdır: Kötü Tarihçilerin Kusurları Üzerine
Lucianus’a göre bir çok tarihçide bulunan ortak kusur, yönetici-leri, liderleri ve komutanları övmektir. Mensup olduğu ulusu ve li-derlerini göklere çıkarırken ötekileri aşırı şekilde kötüler yerin di-bine batırırlar kötü tarihçiler. (Lucianus, s. 175) Lucianus bu tarz tarih yazıcılığını “övgücü tarihçilik” olarak niteler ve övgü ile tarih-çiliğin tamamen birbirine ters olduğunu söyler. Çünkü övgücülükte amaç övdüğü kişiyi veya kişileri memnun etmek onların sempatisi-ni kazanmaktır. Bunun için yalan söylese de olur. Ama tarih tıpkı nefes borusu gibidir. Nasıl ki nefes borusu bir tek damla su kaldı-ramazsa tarih de bir tek yalanı kaldıramaz. O yüzden bu tür tarihçi-lerin hatırlamaları gereken bir kural vardır. Onlara şiirin, destanın amacı ve kurallarının tarihinkinden ayrı olduklarını hatırlatmak ge-rekir. Aksi durumda övgücülüğü yöntem olarak benimsemiş tarihin şiirden farkı olmaz. (Lucianus, s. 176) Şiirde aranacak erdemlerle tarihte aranacak olanları birbirinden ayırmamak, şiirin temeli sayı-lan masalın, övgünün abartmalarını tarihe sokmağa kalkmak büyük bir kusurdur. (Lucianus, s. 176) Bu tarihi metin ile edebi metin far-kını ortadan kaldırmaktır. Lucianus tarihi şiir gibi övgü ile yazmayı çınar gibi gürbüz, etleri sert bir güreşçiyi bir yosmanın al giysileriy-le donatıp yüzüne makyaj yapmaya benzetir. Böyle yaptığınız zaman güreşçinin onuru nasıl beş paralık olursa tarihi şiir tarzında yazdı-ğınız zaman tarihi hafifletmiş olursunuz. (Lucianus, s. 177)
Edebi metin yöntemini yani şiirsel övgüyü tarihe sokma gerek-çesini iki nedene bağlar Lucianus. Birincisi metni eğlendirici kıl-mak, ikincisi de metni öğretici yaptığına inanmaktır. Bu iki yöntem de tarih yazarının hakikatten kaçınılmaz olarak uzaklaştırır. (Lucia-nus, s. 177)
Tarih’in amacı Lucianus’a göre faydadır. Fayda da hakikattedir. Tabi övgü ve şiirsellik kendiliğinden faydayı ve hakikati içeriyorsa o ayrı bir güzelliktir. Tıpkı güreşçinin gücüne ve gürbüzlüğüne gü-zelliğin katılması gibi. Bu güreşçinin gücünden bir şey götürmez el-bette. (Lucianus, s. 176)
Tarihçi tarih yazarken övgüden kaçmalı ve okuyucuyu düşüne-rek yazmalıdır. Okuyucunun bir yargıç gibi hatta bir savcı gibi din-leyen, hiçbir sözü kaçırmayan kişiler olduğunu düşünmeli ve öyle yazmalıdır. Tarihçi tarihi metin yazarken bir sarraf duyarlılığıyla yazmalı ve şakşakçıların alkışlarını ciddiye almamalıdır hiçbir za-man. (Lucianus, s. 178) Tarihi metni masallaarla, övgülerle, öylesne aşırı yaltaklanmalarla tatlandıranlar bir süre egemenlerin kölesi ve oyuncağı olmaya mahkümdurlar. (Lucianus, s. 178) Lucianus ege-menlerin resmi tarih söylemlerini dillendiren tarihçiliğin utanç ve-rici ve sefil bir durum olduğunu her fırsatta belirtir. Bunu erdemsiz-lik olarak yorumlar. Kendi ulusunu, ırkını, dinini toplumunu övmek için tarih yazanların bilincini yitirmiş oyuncular ve şarlatanlar ol-duğunu söyler.

Lucianus yaltaklanma ve övgüye dayalı tarihçiliğe yazılmış bir kitapla ilgili hikaye anlatır. Dediğine göre Aristobulos Büyük İsken-der’in Poros’un savaşını anlatırken çok abartılı ve İskenderi öven bir dil kullanmış. Sonra bu kitabı İskender’e sunmaya çalışırken İsken-der Aristobulos’un elinden kitabı alıp nehire atar. (Lucianus, s. 180) Zaten övgü ve yalakalığa dayalı tarihi eserlerden ancak aptallar hoş-lanırlar Lucianus’a göre. Ona göre övgülü ifadelerle anlatılmasını isteyen kendini pohpohlanmasını isteyeler resimciye resim ısmar-larken “kuzum güzel olsun” diyen zavallı çirkinler gibidirler.

Lucia-nus bütün tarihçilerin bu tarzda tarih yaptığını ve tarihi kendisinin, ulusunun ve mensup olduğu kitlenin yararına dönüştürmeye çalışır-lar, der. (Lucianus, s. 180) Bu gün akademik tarih yazıcılığında bile tam olarak eleştirel bir tarihçiliğin ve hakikati ortaya çıkarma amaç-lı tarihçiliğin bir gelenek olarak sürdüğünü söylemek zordur. Tarih-çiler hala büyük oranda insanlar tarih yazarken ve araştırma yapar-ken peşinde oldukları şey kendi yaşam felsefelerine ve yaşam tar-zına uygun kanıt arama peşindedirler. Kendi ideolojik duruş ve tu-tumlarına payanda bulma gayretiyle tarihçilik yapılıyor denilebilir. Örneğin bir tür tarih araştırması sayılan Hadis araştırmalarına bak-tığımızda şiiler tarafından oluşturulan ve kullanılan hadislerin Şiilik düşüncesini besleyen “hadisler” olduğunu, Sünniler tarafından oluş-turulan ve kullanılan hadislerin de Sünnilik düşüncesinin besleyen “hadisler” olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Benzer durumu her alanda görmek rahatlıkla mümkündür.
Lucianus tarih kitaplarında sık rastlanan bir anlatım tarzına ör-nek verir: “Europos kendi yakınlarında düşmanlardan 70.236 kişi öldü. Romalılardan ise ancak yedi kişi ölmüş, yedisi de yaralanmış.” Böyle bir aktarma yaptıktan sonra şöyle der: “böyle uydurmalara inanacak sağdıyulu bir tek kişi bulunur mu, bilmem.” (Lucianus,s. 186) Lucianus tarihi olayları kendisi oradaymış gibi anlatan tarihçi-leri alaya alır oradaymış gibi tarih olaylarını resmetmeye çalışan tarihçileri şarlatanlıkla niteler.

Tarih Yazmada Yöntem

Lucianus,tarihçi olmak isteyen kişide iki temel erdemin bulun-ması gerektiğini söyler. Bunlardan biri politika işlerini anlamak di-ğeri de ifade yeteneği. Lucianus tarihçi olmak için öne sürdüğü şart-ları açıklarken sanki bir askeri tanımlıyor. Askeri bilgilere vakıf ol-mayı detaylı olarak bilmeyi şart koşmaktadır. Bu onun tarihi bir tür savaş tarihçiliği bağlamında aldığını gösterir. Örneğin medeniyet veya kültür tarihçiliği pek gündemi değil gibi görünüyor. “Evlerin-den hiç çıkmamış, ne bilirlerse hep başkalarından öğrenmiş kimse-lerden olmasın” derken bunu kast ediyor sanki. (Lucianus, s. 198)
Lucianus için tarihçi olmanın bir başka şartı da “her şeyden önce düşüncesinde bağımsız bir kişi olması gerekir. Kimseden korkma-yacak, kimseden bir umudu olmayacak; yoksa, ellerine biraz para sıkıştırıldı mı, şunun bunun dileğine hıncına araç olmaktan çekin-meyen yargıçlara döner. Gözü pek olmalıdır… İskender yavuzluk edip Klitos’u öldürmüş mü? Sonra bunun anlatılmasını istesin iste-mesin, tarihçi yılmadan yazmalıdır.” (Lucianus, s. 198)

Lucianus tarihçinin doğruyu anlatmasındaki haklılığı ve meşrui-yeti şöyle izah eder: “Atinalılar iyice düşünmeden bir işe girişmiş-lerse, o işin sonu kötü çıkmışsa suç tarihçide mi? Sağduyusu olan bir kimse çıkıp da ona: ‘sen bunları olduğu gibi söylememeliydin, söylemekle iyi etmemişsin!’ diyebilir mi? O yapmamış ki anlatı-yor… Olup bitenleri anlatmamakla, doğruyu söylemeyip de yalan uydurmakla bir iş düzeltilebilseydi, Thukydides de kalemiyle vurur Epipolai üzerine kurulmuş duvarı yıkar Hermokrates’in üç çifteli kayığını devirir… Thukydides öyle yazdı diye Glotha bir eğirdiğini yeniden eğirmez, Atropos da olayları değiştirmedi.” (Lucianus, s. 199)
Tarihçi olmanın bir başka şartı da, “olayları, oldukları gibi yaz-maktır:, … Tarihçinin sevmediği kişiler bulunabilir, ama o gene ka-munun iyiliğini düşünür doğruyu kendi hınçlarından üstün tutar sevdiği kimseler de vardır, ama sevdiklerinden birinin bir suçunu görürse onu da yazar, dostunu korumağa kalkmaz. Bir daha söyle-yeyim: tarihçinin biricik ödevi budur bence; tarih yazmağa kalkışan kişi yalız doğruyu göz önünde bulunduracak doğrunun bilinmesine çalışacak, başkaca bir kaygısı olmayacaktır; kendisini dinleyenleri değil, kendisi göçtükten sonra gelip yazdıklarını okuyacak olanları düşünecektir: biricik kural, tam ölçü budur işte” (Lucianus, s. 199-200)
Lucianus bu ilkeye bağlı olmadan tarihçilik yapan kişilerin o gü-nün şartlarını gözeterek yani konjuktörel bakarak yazdığını kabul ettiği için onların gerçek birer dalkavuk olduklarını ileri sürer. Buna Büyük İskender’in zamanının tarihçileri hakkındaki düşüncesini ak-tadır. Büyük İskender: “bugünküler beni övüp göklere çıkartıyorlar ama onların hepsi beni överek benim sevgimi kazanmaya çalışan dalkavuklardır” (Lucianus, s. 200-201/40) Lucianus bundan sonra Homeros’un yazdıklarını bu tarz dalkavukçu tarihçiliğe örnek verir.

Lucianus bir tarihçide olması gereken nitelikleri şöyle sıralar:
1-Korkmadan yazmak
2-Dürüst ve rüşvet yemeyen (İncorruptible)
3-Özgürce düşünmek
4-Özgürce konuşanın ve hakkın yanında olmak
5-Amacı olmak.
6-Güldürü yazarının dediği gibi: incire incir, kayığa kayık demek
7-Hıncının ve sevgisinin tutsağı olmamak
9-Acıdığı, saydığı ve utandığı için kimseyi korumamak
10-Tarafsız bir yargıç olup herkesin iyiliğini isteyen, kimse-ye hakkından çoğunu vermeyen
11-Yazılarında yurt nedir, kıral nedir bakmadan bir yabancı gibi davranmak
12-Kimseye bağlanmamak
13-Şunun bunun ne diyeceğine bakmadan olanı olduğu gibi anlamak (Lucianus, s. 57/41)
Thucydides, Lucianus’a göre, tarihçilik için bir kriter getirmiştir: iyi ve kötü tarih yazımı diye. Ancak ona göre Thucydides koyduğu bu ilkeye kendisinin de bağlı kalmadığını ima eder. (Lucianus, s. 57/42)

Tarihin Amacı

Tarihin başlıca amacı, hakikat olmalıdır. Hakikati, doğruyu açık-ça ve çekinmeden söylemelidir. Sıradan avam dilini de kimsenin an-lamadığı ağdalı dili de kullanmamalı, öyle bir üslup kullanmalı ki halk beğensin eğitimli kişiler de sevsin. Böyle yazılmalıdır tarih Lu-cianus’a göre. (Lucianus, s. 59/44) Tarihçinin üslubu da yaklaşımı da gerçekçi olmalı ayakları yere basmalıdır. Gereksiz yere coşkuya kapılırsa saçmalamaya başlar.(Lucianus, s. 61/45)

Tarihçi herkesten bilgi almamalıdır. Ya olayı doğrudan görenden yo da yalan söyleme ihtimali zayıf olan kişilerden almalıdır. Bu kaynaklar arasında da neye inanıp neye inanmaması gerektiğini se-çebilmelidir. Tarihçinin ustalığı burada ortaya çıkmalıdır. (Lucia-nus, s. 61/47) Tarihçiye düşen olayları tarafsızca anlatıp okuyanın olayları görmüş gibi hissetmelerini sağlamaktır. (Lucianus, s. 65/51) Tarihçiye şöyle seslenir Lucianus: “Tekrar tekrar söylüyo-rum, lütfen bu günün memnuniyeti ve alkışlarını düşünerek yazma. Gelecek için yazmayı hedefle. Kitabını gelecek nesillere yaz. Onlar senin için ‘Bu kişi gerçekten özgürmüş, dürüstmüş, kimseye yaran-mak için yazmamış’ desinler,” der. Aklı olan kişi bu günün umutla-rını bir tarafa bırakıp gelecekteki bu övgüleri üstün tutar. (Lucianus, s. 71/61) Tarihçi kendini doğru olana adamalıdır. Zamanında yaşa-yanların alkışlarına değil. Gerçek tarihçilik kuralı ve yasası işte bu-dur. (Lucianus, s. 72/63)

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...