19 Aralık 2012 Çarşamba

Edebiyat ve Felsefe İlişkisi-Edebiyat Bir Felsefe Midir?- Mustafa Çevik

Not: Bu yazı Bizim Külliye dergisinin Edebiyat-Felsefe konulu 46. sayısında yayınlanmıştır.

         Edebiyat ve Felsefede Tanım Sorunu
Edebiyat ile felsefe arasındaki temel benzerlik ikisi için geçerli olan soruların sürekli gündemde olması ve nihai bir yanıtının da olmamasıdır. “Felsefe nedir?” sorusuyla  Edebiyat nedir?” sorusu benzer problemlerle uğraşmayı gerektirir. Zaman zaman hem felsefede hem de edebiyatta şu felsefidir veya felsefi değildir veyahut da şu edebidir veya değildir gibi saptamalar yapılır. Ancak edebiyatta da felsefede de bu tür toptancı yaklaşımda bulunmanın sakıncalı olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü felsefi veya edebi olanın ne olduğu o kadar açık olmadığından, felsefe veya edebiyat yapmanın tek tarzından söz edilemez. Tek bir tarzdan söz edilemediği içindir ki bu güne kadar birbirinin aynısı iki edebiyatçı veya filozofa rastlayamıyoruz? O nedenle bu konuda kafa yoranlar edebiyata ilişkin, tıpkı felsefede olduğu gibi, efradını cami ağyarını mani (yani ilgili bütün öğeleri içeren ve ilgisiz olan her şeyi dışlayan) bir tanım yapmakta hep zorlanmışlardır. Çünkü nihai olarak edebiyat bir sanat türüdür. Sanatın ise ne olduğu tarihin en eski tartışmalarından biridir. Örneğin kimisi bir etkinliğin sanat olması için hiçbir amaca bağlı olmaması yani sanatın yalnızca birey için yapılması gerekir derken örneğin Althuser’ci yaklaşım ise sanatı bir üretim olarak görür ve sanat bu anlamda bir ideoloji değilse bile dönüştürülmüş ve somutlaştırılmış bir ideolojik tutumdan başka bir şey değildir. Veya öyle olmalıdır. Bu iki farklı yaklaşımı fikir vermesi için verdik. Ama burada esas sorun şudur: edebiyat eğer bir sanat türü olarak kabul edeceksek sanat felsefesine dair klasik soruların edebiyat için de ayrıca yanıtlanması gerekir ki bu da sonu olmayan bir yola girmek demektir. Çünkü sanatın, ne olduğu sorusu hala ortadayken onun bir alt dalı olan edebiyatın ne olduğuna dair soru doğal olarak açıklığa kavuşturulamayacak bir sorundur. Berna Moran’ın da ifade ettiği gibi edebiyatın tanımını yapmaya kalkışan “kuramların hiç biri herkes tarafından kabul edilmiyor çünkü hiç biri edebiyatın yeterli ve gerekli özelliklerini tesbit etmiş değildir. Böylesine karmaşık, uzun geçmişi olan  ve bundan ötürü çeşitli eserleri kapsayan bir kavramın yukarda da söylediğimiz gibi, bir özü bulunamaz. Yapılan tanımlar ister istemez belli bir grup eserin tanımı olacak, diğerlerini kapsayamayacaktır… şu sonuca varıyoruz ki edebiyatın özü diye bir şey olmadığına göre böyle bir özü teşkil eden özlellikleri ortaya çıkarmak bunları, herkes tarafından kabul edilen ölçütler olarak kullanamıyoruz.” (Moran, 1988:248-249)
Peki, felsefe nedir sorusu için durum nedir? Felsefenin en çetrefilli sorusu felsefenin ne olduğu sorusudur. Felsefe için yapılan tanımlar çoğunlukla bir metnin felsefi olmasının asgari şartları bağlamında yapılır. Felsefenin klasik konuları olan varlık, bilgi, insan, sanat ve benzeri konulardan birini veya bir kaçını içeriyor olması vurgulanır. Bunun dışında bir de tanımlamalar yöntem merkezli yapılır. Yöntem ve konu bakımından felsefenin ne olduğunu tanımladığınız zaman felsefenin konularını ve/veya yöntemini, yani felsefe yapılış şeklini bir anlamda sınırlandırmış olursunuz. Oysa felsefenin ne konusu ne de yöntemi konusunda bir sınırlılık kabul etmek dogmatik bir tutum olur. Felsefenin şu an mevcut olan konularına yenisinin eklenmeyeceğini kimse söyleyemez. Benzer şekilde bu güne kadar geliştirilmiş olan felsefe tarzlarının hiç birisinin bir diğerinin aynısı olduğu söylenemeyeceğine göre yeni bir felsefi tarz geliştirmenin önünde bir engel de yoktur. Çünkü teorik olarak her yeni felsefi anlayış ya yöntem ya da konu bakımından yenidir. Bu anlamda örneğin Frankfurt Okulu temsilcilerinin bile bir birinden farklı teorilere sahip olduğunu görmekteyiz. O nedenle her felsefe farklı bir yöntem veya konuda ortaya çıkmış bir yeni felsefedir denilebilir. Öyle görünüyor ki edebiyat ile felsefe arasında tanımlanamama konusunda bir benzerlik olduğunu görmekteyiz. Bu durum felsefe ile edebiyatın bir benzerliğidir denilebilir.  Hem felsefe hem de edebiyat için efradını cami ağyarını mani, yani ne eksik ne de fazla, bir tanım yapmak imkânsız değilse bile şimdilik zor gibi görünüyor. Tanımlama yapmak bu iki alanın doğasına aykırı gibi görünmektedir. Çükü yapılan her tanım aynı zamanda bir sınırlandırmadır. Bu nedenle felsefeyi veya edebiyatı tanımlamak, konu ve yöntem bakımından edebiyat veya felsefenin ancak ve ancak tanımlanan sınırlar içinde yapılabileceği aksi takdirde yapılan şeyin felsefe veya edebiyat olamayacağını söylemektir aynı zamanda.
Felsefe ile Edebiyat Arasındaki Fark
Edebiyat ile felsefe ve bilim arasındaki fark söz konusu olduğunda genellikle benzer bir yaklaşım tarzı dile getirilir. Bilim ve felsefenin dilinin sınırlı ve tanımlanmış olduğunu buna karşılık edebiyat dilinin ise sembol ve alegori ağırlıklı olduğunu ve dolayısıyla bilim ve felsefenin her okuyanda benzer şekilde anlaşıldığını ancak edebiyatın böyle bir standart anlamının olmadığına dair klasik bir yaklaşım vardır. (R. Wellek-A. Warren, 1983: s. 23-24) Oysa ne edebi metinlerin herkeste ayrı çağrışımlara neden olduğunu ne de felsefi metinlerin herkeste benzer çağrışımlara neden olduğunu söylemek zordur. Felsefe ile edebiyat arasındaki farkı ortaya koyabilmek için belki felsefe ile bilim arasındaki farkı ortaya koymak gerekir. Öncelikle felsefe konusu edilebilecek konular bilimin konusu edilmeyen konulardır. Eğer bir bilginin bilimselliği kesinlik kazanmışsa çoğunlukla felsefe konusu yapılmaz. Böyle bir bilimsel bilgi olur mu olmaz mı diye sormak felsefenin saklı bir hakkı olmakla birlikte bu gün örneğin suyun hidrojen ve oksijenden oluştuğuna dair kesin kabullere dönüşmüş sorular pek de felsefenin konusu edilmez.  Nedeni de şudur: Bilindiği gibi bilim anlamına gelen ve logos’tan gelen “loji” yunanca yasa anlamına gelir. Bu anlamda bir alanın bilimini yapmaya kalkışmak demek o alanın logos’una yani genel geçer yasasına ulaşmaya çalışmaktır. Olgusal konuları ele aldığını düşünecek olursak bilimin nesneye yönelmiş bir etkinlik olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde yaygın kabul gören bilimsel paradigmaya göre nesnel olmayan bilimin konusu olamaz. Çünkü bilimsel olmayan ölçülemez ölçülemeyen varlıklar konusunda öngörüde bulunulamaz savıyla bilim yapılmaktadır bu gün. Bu bağlamda örneğin nitel insanın davranışlarının temelinde yer alan dinamiklerin bilim konusu olabilmesi için onların göreli olarak nicelleştirilmesi gerekir. Bir olgu olarak ele alınıp bilim konusu edilmesi gerekmektedir. İnsanın iç dünyasına yönelik bilim yapmak bu bakımdan riskler taşımaktadır. Bunun içindir ki klasik olarak insani olanı konu edinen sosyal bilimlerin kesinlik ve güvenirlilik oranı laburatuar bilimlerinden daha düşük görülmemektedir. Nitel bilimlerin nicel yöntemlerle ele alınmasına dair metodolojik yaklaşımlar Guenon’un ifadesiyle niceliğin egemenliği’ne dayalı bilimsel paradigmanın bir sonucudur.
Felsefe bilimin konu edinmediği ve üzerinde durmayı bile gerekli görmediği insan, Tanrı, adalet, ahlak gibi konuları ele alır. Bilimin ele almadığı konuları ele alırken felsefenin iddiası aslında bilimin yaklaşımına ve iddiasına yakındır. Şöyle ki bilimin ele aldığı konunun nesnel bir logos’una ulaşmayı amaçladığı gibi felsefe de bilimin dışarıda bıraktığı konularda, Gündoğan’ın ifade ettiği gibi, “en yüksek genellik”e ulaşmaya çalışır. Bu en yüksek genellik ile bilimin logos’u arasındaki fark derece farkıdır mahiyet farkı değildir. Bu ne demektir? Her filozof bir konuda düşüncelerini ortaya koyarken en azındın o konudaki bir genel ilkeden söz etmektedir. Aksi takdirde relativizme düşmüş olur. Şöyle ki: Bilimin, Kant’ın deyimiyle bilgiyi inkâr ettiği bu alanda sofistlerin aksine o bilginin mümkün olduğunu kabul eden kişidir. Sofistler bilginin mümkün olmadığını düşündükleri için bütün bilme iddialarını göreli tutumlardan ibaret saymışlardır. Oysa bilmenin mümkün olduğunu düşünen diğer filozofların her birinin ortaya koymaya çalıştığı en yüksek genellik iddiası vardır. Böylece relativizm çukuruna düşülmemiş veya oradan kurtulmaya çalışılmış olur. Aristo’nun Metafiziğin ilk cümlesinde söylediği gibi “insanlar, doğal olarak bilmek isterler. Duyularımızdan aldığımız zevk, bunun kanıtıdır.” (Aristoteles, 1996:75) Bu doğal eğilim gereği insan logos’un peşine düşer. Bilimi de felsefeyi de farklı anlamda logoslar peşinde olan disiplinler şeklinde yorumlamak mümkündür. Bu anlamda bilimi nesnel olanın, felsefeyi ise idesel olanın veya nesnenin idesel bağlamına ilişkin olanın logos etkinliği olarak kabul edebiliriz.
Felsefe ile bilim arasında bu ayrım ortaya konduktan sonra felsefe ile edebiyat arasındaki farkı da bu çerçevede açıklamaya devam etmek gerektiği kanısındayız. Edebiyatın en temel farkı felsefe ve bilim gibi bir logos iddiasını yürütmemesidir. Edebiyat etkinliklerinde felsefe ve bilimdeki gibi bir logos veya bir hakikat iddiası yoktur. Edebi ürünler büyük oranda kişinin kendini ortaya koyuş şeklidir. Gabriel Marcel, rasyonel temel üzerine kurulu felsefeyi hayata ve realiteye dair hakikati yakalamakta yetersiz olduğunu ileri sürer. (Sweetman, Brendan. 2003) Edebiyatın bu yönü onu felsefeye karşı güçlü kılan en makul gerekçe olarak kabul edilebilir. Bu anlamda sanat ve edebiyatın insanı ve hayatı anlamak bakımından felsefeden daha derinlikli bir imkâna sahip olduğu kabul edilir.  Varoluşçu felsefe tarzına sahip Sartre, Kierkegaard ve Camu da felsefenin yerini tutmasa bile edebiyat ve sanatın felsefeye katkı sunduğu konusunda Marcel’in düşüncesine katılırlar. (Sweetman, Brendan. 2003) Sanat veya özelde edebiyat ile felsefe karşılaştırıldığında felsefenin, tıpkı bilimin konu edindiği şeyi bilgiye dönüştürme iddiası gibi, bütün zihinsel veya bedensel etkinliklerinin kavramsallaştırılabileceğine inanmıştır. Oysa biliyoruz ki birçok alanda hissettiklerimiz, sezdiklerimiz, duygularımız ne kavramsallaştırılabilmektedir ne de bilgiye dönüştürülebilmektedir. İşte edebiyat veya sanat, bilimin ve felsefenin yapamadığını yapmaya çalışmaktadır. Kavramlara ve bilgiye dönüştürülemeyen deneyimlerimiz konusunda söylenecek bir şeyin var olduğu iddiasıdır edebiyat. Belki tam olmasa da edebiyatta kullanılan imgeler bir tür iletişime imkân veriyor denilebilir. Bir edebiyatçının her hangi bir konuda kullandığı imgelere yüklenen anlam bir sonraki edebiyatçının aynı konuda o imgenin kullanımını gerekli duymadığı gibi başka bir imgenin kullanımını da asla engelleyemez. Örneğin gül imgesi ile aşkın veya yay ile yârin kaşının ifade edilmiş olması bir edebi bağlayıcılık içermez. Bir başka edebiyatçı aşkı ve yârin kaşını başka imgelerle ifade edebilir pekâlâ.
Edebiyat’ın Bir Evrensel Dili Var Mıdır?
Edebeyat her ne kadar bilim gibi bir logos peşinde ve felsefe gibi bir kavramsallaştırma peşinde değilse de edebiyatta tam olarak kavramların ve terimlerin içine sığmayan aşk, nefret, öfke, kin, özlem, hasret, tutku ve hırs gibi insan deneyimlerinin ortak dilini bulmaya çalışmak temel amaç kabul edilebilir. Bu anlamda evrensellikten söz edilebilir edebiyat etkinliğinde. Mesela Romeu Juliet hikayesi sadece iki kişi arasında geçen bir aşk hikayesi olduğu için günümüze kadar ilgi görmüş değildir kuşkusuz. Bunun aksine bu hikayeyi edebi kılan onun bütün insanların karşılaşabileceği bir aşk olayını bütün insanların duygularına hitap edecek tarzda bir üslup ile yazılmış olmasıdır. Bu anlamda bir kişiye ait bir duygusal deneyim, yani bir aşk, nefret veya tutku hikayesi aslında tek başına anlatılınca edebi bir tarz olmaz. Onun bütün insanlara hitap eden bir formatta anlatılması onu sanat eseri veya edebi eser kılar. İnsanlığın orak dili belki de edebiyat ile bulunacak olan varoluşsal ifade tarzıdır. Babil Kulesi’nin yıkılmasıyla insanların birbirini anlayamaması şeklinde içine düştüğü bela belki de edebiyatın evrensel diliyle tekrar yakalanabilecektir. Veya bu kadar dil, bilim ve felsefi kavramsallaştırmaya rağmen birbirini anlayamayan insan belki de edebiyatın varoluşsal izah tarzıyla anlamaya çalışacaktır. Bu durum düşünüldüğü zaman edebiyatın bir hakikat (truth) sorunu olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü sonuçta edebiyatta dile getirilen sorun farklı tarzda veya üslupta dile getirilmiş olsa bile orada dile getirilen sorunun veya deneyimin bütün insanlar için ortak bir sorun olduğu iddiası vardır. Yani mesela Mevlana’nın sevgi ve benlik üzerine söyledikleri sadece kendisi için söylediği şeyler değildir. Ona göre ‘ben’in ‘Aşkın Ben’ ile ilişkisinde her insanın aynı sorunu yaşaması gerekir. Hatta ona göre bu bir zorunluluktur. Bu anlamda bakıldığı zaman edebiyatta dile getirilen durumlar her ne kadar kavramsallaştırılmış veya logosa dönüştürülmüş iddialar içermiyorsa bile insanın logosa ve kavrama dönüştürülemeyen deneyimlerine dair bir tür varoluşsal ifade tarzıdır ki söz konusu edebiyatçı için bunu ifade etmenin başka tarzı da yoktur. Bu bakımdan edebiyat ve sanat yoluyla evrenselleştirilmiş bir edebiyat sorununun insanın dile getirilemeyen deneyimlerini anlatmaya çalışmak bir tür varoluşsal felsefi yaklaşımdır denilebilir. Nitekim varoluşçu felsefe bağlamında ele alınan Sarte, Camus ve Marcel gibi yazarların aynı zamanda bir edebiyatçı, hatta Nobel ödüllü edebiyatçı, olarak da kabul edilmiş olmaları bu düşüncemizi besleyen bir durumdur. Buradan yola çıkarak İslam kültür tarihinde ortaya çıkmış Mevlana, Sadi, Fuzuli, Hani gibi çok sayıda edebiyatçının bu bağlamda yeniden okunması durumunda ciddi bir varoluşsal felsefi tutumun görülebileceğini söylemek mümkündür. Belki iyi bir filozof olmak için iyi bir edebiyatçı olmak şart değildir. Yine aynı şekilde, iyi bir edebiyatçı olmak için de filozof olmak şart değil. (Gündoğan, s. 196) Ancak bir edebi metinde felsefi nitelik olabileceği gibi kimi felsefi metinlerin de aynı zamanda edebi olmasında bir engel yoktur. Ama edebiyat ve felsefenin buluştuğu bir nokta olduğu kesin gibi görünüyor. O nedenle edebi metinleri Wittgenstein’cı dil oyunları şeklinde değerlendirmek ve bir evrensel anlam veya mesaj içermediğini söylemek edebiyata haksızlık olur. Çünkü edebi metinler sadece bağlamında anlam içermemektedir. Söz gelimi Leyla ile Mecnun hikâyesinde söylenen ifadeler eğer sadece Leyla’yı ve Mecnun’u ilgilendiren metinler değil de her okuyan kişinin kendinde bir şey bulduğu metin haline dönüşmüş ise o artık evrensel ve herkesi ilgilendiren bir durumun ve bir deneyimin ifadesidir. O nedenle de bir dil oyunu olmaktan çok artık evrensellik içeren bir metin olarak kabul edilebilir.
Bu durumda felsefenin ve edebiyatın öznellik ve nesnellik bakımından bir karşılaştırmasını yapmakta yarar vardır bu noktada. Çünkü çoğunlukla felsefenin nesnel, edebiyatın ise öznel bir yaklaşım içinde olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Ali Osman Gündoğan’a göre “felsefedeki sübjektiflik ile edebiyattaki sübjektiflik birbirinden farklıdır. Çünkü felsefede konu ve sorular bellidir ve uzun bir felsefe tarihi, bütün bu soruları evrensel tarzda çözme çabası gibi görünmektedir. Soruların objektifliği, filozofu bir anlamda kendisinden çıkarır ve dolayısıyla filozof kendisini anlatmaz. Çünkü o, soruya bağlıdır. Oysa sanatçı ya da edebiyatçı için ortada çözülmesi gereken hazır sorular yoktur. Murdoch'un da dediği gibi, ‘O kendi sorularını kendisi yaratmak zorundadır’” (Gündoğan, s. 197) Acaba gerçekten felsefe için konu ve sorular belli midir? Bu soru tartışıldıktan sonra edebiyatta ele alınan sorunlarda da bir sürekliliğin ve sınırlılığın olup olmadığı tartışılabilir. Mesela Antik Yunan felsefesinde tartışılan ve daha çok bu gün fizik, astronomi ve kimyanın konusu olan kimi sorunların artık felsefe sorunları olmaktan çıktıklarını hatırlamak gerekir. Felsefe tarihinde kimi zaman insan, kimi zaman bilgi ve gününüzde de özgürlük ve iletişim sorunlarının tartışıldığını düşünecek olursak aslında felsefedeki sorunların içerik ve şekil itibarıyla değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bununla birlikte kimi felsefe sorunlarının şekil ve yaklaşım farklılığına rağmen birer felsefi sorun olarak tartışılmaya devam ettiğini söylemden de geçmemek gerekir. Fakat benzer şekilde edebiyatta da en eski edebi metinlerde bile günümüzün ele alınan edebiyat konularına benzer konuların ele alındığını görmek mümkündür. Mesela eski mitolojik anlatılarda da kahramanlık, cesaret, özgürlük, aşk, nefret, kıskançlık gibi bilimsel olarak logos’una ulaşılamayan ve felsefi olarak da kavramlaştırılamayan konuların edebiyat konusu olduğunu ve bu gün de hala konu olmaya devam ettiğini açıkça görmekteyiz. Buna dayanarak denilebilir ki aslında edebiyatçı da en azından felsefeci kadar var olan sorunlarla ilgilenmektedir. Hatta sorunların değişimi belki felsefede daha hızlı oluyor denebilir. Edebiyatta sübjektif olduğu varsayılan insani tecrübeler herkesin kendinden bir şey bulacağı nesnellikte bir anlatıma kavuşturuldukça kalıcı olmaktadır.
Felsefi sorunların daha nesnel, edebiyattaki sorunların ise daha öznel olduğunu söylemek ne kadar nesnel/objektif bir yaklaşımdır onu da tartışmak gerekir ayrıca. Çünkü eğer felsefi sorunlar nesnel ise neden bu kadar filozoftan iki tanesi bile herhangi bir sorunda aynı hatta benzer bir yaklaşımı sergileyememektedir. Bir sorunda ne kadar filozof kafa yormuşsa o kadar izah tarzı gelişmiştir neredeyse. Dolayısıyla felsefenin yöntem ve konu itibarıyla daha nesnel olduğunu söylemek ancak göreli olarak doğru kabul edilebilir. Felsefe bu bakımdan edebiyat konularıyla karşılaştırılınca belki doğru kabul edilebilir. Ancak bilim ile karşılaştırıldığında felsefenin ne konu ne de yöntem bakımından nesnel olduğu çok kabul gören bir yaklaşım olmaz. O zaman edebiyat ile felsefe arasındaki fark, ister yöntem ister konu bakımından olsun, sadece bir derece farkıdır mahiyet farkı değildir denilebilir. Burada akla şu soru gelebilir: felsefe ve bilimde dilin kesin ve tanımlanmış anlamlarına çok dikkat edildiği halde edebiyatta dilin ve kelimelerin anlam sınırlarına dikkat edilmediği gibi paradoksal bir yaklaşım ve bol miktarda metafor kullanılır, bu durum edebiyatın öznel olduğu anlamına gelmez mi? Edebiyatta her ne kadar öznel yaklaşımlar esas ise de onu kalıcı kılan, yukarıda da söylendiği gibi, her hangi bir ortak insani sorunu tecrübe ederken herkese uyacak bir yaklaşım sergilemesidir. Ayrıca paradoksal ifade ve yöntem kullanan sezgici ve varoluşçu filozofların da varlığı unutulmamalıdır. O nedenle hakikat (sophia) bilgisi ararken paradoksal yöntem ve anlatımları kullanmanın felsefi olmadığını söyleyemeyiz. Unutmamak gerekir ki Kierkegaard’ın temel çıkış noktalarından biri de Hegel’in son derece sistematik felsefe anlayışına karşı çıkışıdır. Ona göre sistematik yaklaşım ve düşünüşler insanın özgürlüğü ve özgünlüğü önünde bir engeldir. Bu nedenle her türlü sistematik ve yöntem hakikati edimsel olarak yaşamaya bir tür engel olarak görülür. Benzer paradoksal üslubun edebi metinlerde de, özellikle tasavvufi edebiyat, kullanıldığını görmekteyiz.  Marcel’in yaklaşımında da görüleceği gibi gerçek iman hakikati bir epistem sorunu olmaktan çok Tanrı’ya gönüllü bir bağlanmadır (engagement). İman bir kabul ve redde dayalı değil sürekli kazanılması gereken bir varoluş tarzı olarak kabul edilir.(Muşta, s. 125-6) Bu anlamda iman kavramsallaştırılabilir bir felsefi bilgiden öte Kierkegaard’ın sözünü ettiği İbrahim’i paradoksa sürükleyen ruh halidir. Bu paradoksal durum Kierkegaard’ın deyimiyle “bir cinayeti Tanrı’yı memnun kılan kutsal eyleme dönüştürebiliyor” (Kierkegaard, s. 47) Bu anlamda imanın başladığı yer ‘logos’un terk edildiği yerdir denilebilir. Tasavvuf edebiyatında yer alan hakikat bilgisi de suje ile obje arasında sıkıştırılmış bir cogito’dan çok ruhun coşkulu bir eylemidir. Edebiyatın hakikati yöntemin ve kanıtın ötesinde aradığına bir güzel yaklaşım da Mevlana’ya aittir. Mevlana der ki “(f)ilozofa göre duman, ateşe delildir ama bizce dumansız olarak o ateşe atılmak daha hoştur.” (Mevlana, s. 50) Burada yaklaşım edebidir ancak Tanrı inancı karşısında önerilen aşk yaklaşımının bir evrensellik içerdiğini söylemek mümkündür. Edebiyatın felsefi vechesi bu noktadan görülmesi gerekir.
Edebiyat ve Varoluşsallık
Edebiyatın felsefe ile ilişkisi çoğunlukla varloşuçu felsefe yoluyla kurulur. Kimi zaman felsefeciler kavramsal düşüncenin dışında varoluşçu yaklaşımlarla hakikate ulaşılabileceğini ileri sürmeyi yanlış bulabilirler. Zaten bu soru varoluşçu felsefenin genel felsefe içindeki yeri bağlamında tartışılan bir felsefe problemidir. Veya daha genel ifadeyle hakikat bilgisi elde etmeye çalışırken aklı mı, duyuları mı yoksa sezgiyi mi güvenilir saymamız gerekir, şeklindeki sorun bağlamında tartışılmıştır daha önce. Bu itirazın temel çıkış noktası edebiyattaki varoluşsal tecrübeleri nesnelleştirmeden onları bilemeyiz düşüncesidir.  Varoluşçu felsefe metinlerinin yazarı olan Sartre, Camus ve Marcel gibi düşünürlerin eserlerinin aynı zamanda edebiyat eseri olarak görülmesi bu argümanı güçlü kılan bir durumdur. Ancak varoluşçu felsefe ile edebiyatı bir bağlamda değerlendirmemizi haklı kılacak şey nedir? Yani Sartre’ın hangi özelliği onu aynı zamanda edebiyatçı olarak nitelendirmemize izin vermektedir. Edebiyatın topluma “söylenecek sözü olmak” bakımından felsefi değer taşıdığını söyleyebiliriz.  Yazarın konumu açısından bir edebi eser ele alındığında yazarın topluma söyleyecek bir sözü olduğu için bir düşünce taşıdığı kabul edilmiştir. (Gündoğan, s. 200) Böyle bir yaklaşım ile edebiyat eseri ele alındığında felsefi değerinden söz edilebilir. Çünkü yazar ortaya koyduğu eser ile bir şekilde ‘olan’ durumdan şikayetle bir ‘olması gereken’ durum teklifinde bulunmaktadır. Olan ile olması gereken durum arasındaki ilişki irdelendiğinde her zaman bir ideoloji ve bir düşünce içermek durumundadır. Çünkü her zaman bir varsayımdan veya kabulden yola çıkmak durumundadır yazar. Edebiyatın olması gerekene dair yaptığı tasvirler, soyutlaştırılmış ve kavramlaştırılmış akıl yürütmelerden çok Marcel’in ifadesiyle bir “olma durumudur”.  Yaşamın içinden elde edilmiş olan bu olma durumları kavramsal ve teorik düşünce alanı değil daha çok varlık alanı ile ilgilidir. Öznenin günlük yaşamdan ve somut durumlardan yola çıkarak geliştirilmiş olduğu bu tecrübî durumlar daha çok ahlak, insan ilişkileri ve metafizik “bağlanma”lardır. Edebiyatın nesneye bağlı olmayan bu ifade şekli modern düşüncenin insana dayattığı nesnellik düşüncesi ve kavramsallaştırılmış bilgi anlayışına karşı bir karşı duruştur. Edebiyatın bu konudaki yaklaşımı aslında bir anlamda ütün insani deneyimlerin nesnelci bir tutumla kavramsallaştırılabileceğine karşı geliştirilmiş bir varoluşsal tutumdur denilebilir. Marcel nesnelliğin böylesine bir zorunlu düşünme şekli olarak algılanmasına karşın edebiyatın öznelci ve çoğulcu yaklaşımını bir çıkış yolu olarak kabul eder. (Sweetman, Brendan, 2003) Marcel çıkış yolu önerdiği bu konuda zihinsel etkinlikleri ikiye ayırır. Problem ve gizem (mystery). Problem, evrensel ve herkesin aynı şekilde çözüm üretebileceği veya üretmesi gerektiği durumdur. Mystery yani gizem ise öznelliği ve benim için olanı temsil eder. Öznenin olma durumudur, beden ile ruhun birlikteliği ve duyumlamanın yalın halidir gizem. Aşkın, umudun, inancın ve bağlanmanın “somut yaklaşımı”dır bu durum. Çünkü insanın kavramsal olarak anlatamayacağı deneyimleri vardır. Felsefi nesnellik ve bilimsellik bu tür deneyimleri anlatmada yetersiz kalmaktadır. Öyleyse yaşanabilirlik bakımından evrensel olan bu deneyimlerimizi anlatmak için nesnellik dışında başka yaklaşımlara ihtiyacımız vardır. İşte edebiyat bu insanın aşk ve tutku gibi yüce tecrübeleri dile getirme çabası olarak bu işlevi görme deneyimidir.
Sonuç olarak denilebilir ki bilimin boş bıraktığı nesnel varlık dışındaki zihinsel etkinlikleri felsefe kavramsallaştırmaya çalışır. Felsefe bu entelektüel işlevi yaparken de zihinsel etkinliklerin doğrudan konusu edilemeyen ve suje ile obje ilişkisi bağlamında ele alınamayan insani deneyimleri boş bırakmıştır. İşte edebiyatın ilgi alanı mantıksal ve entelektüel zeminde irdelenmesi zor olan bu insani tecrübelerdir. Bu alandaki denemeler evrensel bir dille problem haline dönüştürülmektedir. Edebiyatın felsefi analize gerek duyulan noktası budur. Felsefi olanın ötesine ilgi duyması ve o alandaki deneyimleri problemleştirme çabası bakımından edebiyatı bir tür metafelsefe olarak nitelendirmek mümkündür.
Bibliyografya:
1-Moran, Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1988.
2- Zamir, Tzachi. An Epistemological Basis For Linking Philosophy And Literature, Metaphılosophy Vol. 33, No. 3, April 2002
3-Aristoteles, Metafizik, (Çev. Ahmet Aslan), Sosyal Yayınları, İstanbul 1996.
4-Sweetman, Brendan. Marcel Phenomenology: Can Lıterature Help Phılosophy? Renascence, Spring2003, Vol. 55 Issue 3, p178, 15p, 1 Black and White Photograph; (AN 10032896)
5-R. Wellek-A. Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev. A. Edip Uysal), K. Ve T. Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983.
6-Ali Osman Gündoğan, “Edebiyat İle Felsefe İlişkisi Üzerine”^Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 40 Sayı: 0 Yayın Tarihi: 1999.
7-Celaleddin Muşta, Gabriel Marcel’in Varoluşçuluğu, 1988 Ankara.
6-Kierkegaard, Korku ve Titreme, (Çev. N. Ekrem Düzen), Ara Yayıncılık, İstanbul 1990.
9-Mevlana, Mesnevi. V. Cilt. MEB yayınları, 1988 İstanbul.
10- Walter Kaufmann, From Shakespeare to Existentialism, USA 1980.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...