14 Ağustos 2017 Pazartesi

ADALET SAĞCIDIR SOLUN ADALET İÇİN BİR MAXİMA REGULASI YOKTUR

Mustafa Çevik

ADALET SAĞCIDIR SOLUN ADALET İÇİN BİR MAXİMA REGULASI YOKTUR

Mustafa Çevik
Adalet talebi ne demektir?
Sol muhalefet bir adalet söylemidir tutturmuş bir süredir. Bir de adalet yürüyüşü yapıldı. Öncelikle şunu söyleyeyim. Adalet insanlık için en önemli kavramdır. Bütün dinler, inançlar, ideolojiler vs. adaleti emreder. İslam dininin kutsal kitabı Kur'anı Kerim defaten adaleti emreder. Adalet-Adil Allah'ın bir ismidir.
Ancak kimi dünya görüşleri vardır ki adalete zaten karşıdır. Adalet diye bir şeyin olmadığına inanılır. Örneğin Türkiyenin ve genel olarak dünyanın sol hareketine bakıldığında adalete dair bir kriterleri yoktur. Genel olarak seküler ve post-modern düşüncelerin yaklaşımı bu yöndedir.
Mesela Kılıçdaroğlu bir adalet yürüyüşü yaptı ya. İddia ediyorum adaleti tanımla deseniz tanımlayamaz. Hani sürekli Cumhurbaşkanına seslenir ya “bir TV'de karşılıklı tartışalım” diye. Bir TV programına çıksa iddia ediyorum, eğer özel bir çalışma yapmaz ise, adaletin neliği üzerine on beş dakika konuşamaz.
Esasen bütün sol ve Marxist gelenek için adaletin bir anlamı ve tanımı yoktur. Marx ve Engel için mevcut ekonomik ilişkilerin düzenlediği bir tanımdır, adalet. Bütün ahlak ilkeleri gibi, bütün anlam dünyası gibi, onun deyimiyle, bütün üst yapı bu ekonomik ilişkinin kaçınılmaz ürünüdür.
Adalet şudur ve biz toplumda var olan haksızlığın şu şekilde çözülmesini isteriz şeklinde bir ilkesel yaklaşımdan çok toplumdaki duruma göre adalet tanımı ve adalet beklentisi ve tepkisi geliştirmek şeklinde hareket etmeyi önerir sol-Marxist gelenek. (Gerçi Marxist geleneğin aslında bir ahlak temeline dayandığını söyleyen yorumcular da var ama o tartışma bu yazının çerçevesine sığmayacağı için geçiyoruz.)
Biliyorum kiminiz sağ nedir sol nedir, solcu denilen kişiler solcu mudur ve benzeri soruları düşünüyor olabilirsiniz. Ben şahsen kendimi ne sağcı ne de solcu olarak tanımlamam. Ben kendimi “Müslüman Demokrat” olarak tanımlıyorum. Bütün bu sorulardan bağımsız olarak bir adalet ilkesi olmadan bu konuyu tartışmanın imkânsız ve hatta gereksiz olduğunu ve ana akım sol teoride böyle bir ilkenin olmamasına rağmen sürekli bir “adalet” söyleminin içerdiği tutarsızlıktan söz ediyorum.
Peki neden hem gereksiz hem de imkansız? Şöyle:
Eğer bir adalet ilkeniz (maxsima regula) yok ise birincisi, toplumda var olan durumun gayri adil olduğunu anlayamazsınız. Çünkü adaletin ne olduğunu bilmiyorsunuz.
İkincisi adaletsiz bir durum olduğunu saptasanız bile adil olan durum nedir dendiğinde doğru ile yanlışı ayırt edebilecek bir ilkeniz olmadığı için bir adil durum öneriniz de olamayacaktır.
Esasen bu sorun sadece sol partilerin veya solculuğun sorunu değildir. Bu tutarsız adalet söylemi bilumum göreli (relativist) düşünce ekoller için geçerlidir. Hangi konuda olursa olsun eğer bir iddiada bulunuyorsanız o iddianın her kese veya her duruma uyumlu bir kriteri olmalıdır. Aksi durumda yöresel, kişisel veya tarihsel bir kuraldan veya düşünceden söz ediyorsunuz demektir.
Eğer toplumda bir adil olmayan durumdan söz ediyor iseniz bunun adil olanının ne olduğunu söyleyebilmeniz gerekir. Bunun da o veya bu topluma veya zamana bağlı bir durumdan değil zamandan, kişilerden ve mekândan bağımsız bir ilkeden söz etmeniz gerekir.
Çünkü siz “olan” durumdan şikayet edip bir “olması gereken” duruma çağırıyorsunuz. O “olması  gereken” durum yok ise bir adalet şikayeti anlamsız olur. Bir “idea”nız olması lazım. İdea veya ideal durum zihindeki veya zihinle varılması mümkün bir fikir veya ilke demektir. Yani eğer adalet talebi var ise reel ve nesnel dünyadan çıkarılan fikirden çok bir ilkeden hareket etmeniz gerekir.
İnsanı, yaşamı, devleti, hukuku vs. ideadan hareketle anlamlandıranlar idealistlerdir. Materyalistler buna karşıdır. Bir ideaya bir fikre veya zihinle kavranabilir bir ilkeye karşıdır materyalizm.
İdealist düşünce geleneklerinde ve dinlerde adalet toplumun veya tarihin herhangi bir reel durumundan çıkarılamayacak kadar yüce bir şeydir. Adalet nedir sorusunun yanıtı veya uygulaması tam olarak yoksa bile bir “olması gereken” ideası vardır bu düşünce geleneğinin. Sol düşüncedeki gibi adaleti ekonomik ilişkiler gibi alt yapı belirlemez. Aksine, adalet ilkesi ekonomik ilişkileri belirleyen bir üst yapı olmalıdır.

13 Ağustos 2017 Pazar

EVRİM DİNİ MENSUPLARI, MÜFREDAT VE ZİHNİYET EĞİTİMİ

Mustafa Çevik

EVRİM DİNİ, MÜFREDAT VE ZİHNİYET EĞİTİMİ

evolution and god ile ilgili görsel sonucu


Mustafa Çevik
Başbakan Yardımcısı Sayın Numan Kurtulmuş müfredat ve evrime dair sarfettiği cümle nedeniyle evrim dininin mensuplarının saldırısına uğradı.

En nihayetinde Sayın Kurtulmuş kendi düşüncesini söylemiştir. Katılırsınız katılmazsınız. Ama bakıyorsunuz biri kalkmış “Numan Kurtulmuş biyolog değil, nasıl bu konuda konuşur diyor?” Bunu söyleyen de biyolog değil tabi o da ayrı mevzu. Kaldı ki biyolog olsa da evrim kuramına duyulan tepki de muhabbet de bilimsel kaygıdan çok dini kaygıdır.

Evrime karşı çıkan “yaratılış” kuramını inkar ediyor gerekçesiyle karşı çıkıyor, sahip çıkan da yaratılış teorisini ötelediği için sahip çıkıyor.
Yani ikisi de dini kaygı içeriyor. Peki nasıl oluyor da evrim bir din oluyor?
Bu soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet evrim bir dindir. Bir bilim teorisinden çok bir dindir. Lamark ve ardından Darwin kendince bir takım şeyler söyledi. Onlardan önce de sonra da birileri canlılar dünyasındaki çeşitliliğin kökeni ve tarihsel serüveni hakkında bir takım gözlemlerde bulundular, öyle veya böyle fikirler ileri sürdüler.
Her kültürde ve inançta türlerin kökeni ve akrabalık ilişkileri ve onların adaptasyonuna dair benzer düşünceler görebilirsiniz. Doğal olarak da İslam kültüründe ve tarihinde de buna benzer şeyler görebilirsiniz. Bugün de evrim kuramını yaratılış kuramıyla uzlaştırmaya çalışanlar var, geçmişte de olmuştur.
Sorun evrimin ne kadar bilimsel olduğu veya olmadığından öte evrimi bir din gibi kullanıp sekülerizmin ve ateizmin müfredata egemen olması talebi ve bu talebe karşı çıkmadır başka bir şey değil.
evolution and god ile ilgili görsel sonucu
Evrim savunucularının aşırı tepkisel çıkışlarının temelinde “evrim elden gidiyor” refleksi vardır. Mesela bir coğrafya veya fizik konusu müfredattan çıkarılacak denilse bu kadar tepki gösteren olmaz. Çünkü konunun ideolojik tarafı yoktur. Çünkü fiziğin o konusu direk Allah'ın varlığı veya yaratılış ile ilişkili değildir. Onun için falanca fizik konusunu müfredattan çıkarmalıyız denildiğinde o söz konusu “dini tepki”yi göremezsiniz. Nitekim birçok konu her birkaç yılda bir müfredattan çıkarılır, yenisi eklenir. Kimse de bunun için ortalığı velveleye vermez.
Evrimde esas sorun nedir?
Bana göre evrimde esas sorun türlerin kökeni, adaptasyon ve mutasyon süreci değildir. Bu teorilerin kendisi de onların İslam'ın yaratılış teorisiyle bağdaşıp bağdaşmadığı da tartışılabilir bilimsel veya felsefi konulardır.
Ama evrimi sosyal bilimler üzerinden “sosyal evrime” taşıdığınızda işin rengi değişiyor. Bunu yaptığınızda biyolojik bir kuramı, sosyo-ideolojik alana taşınmış oluyor. Burada evrimci sosyoloji, evrimci antopoloji, evrimci dinler tarihi, evrimci tarih ve dil kuramları vs. ortaya çıkıyor. Ve hepsi bilim adı altında evrimi artık bir kuram olarak değil, bir ön dogma olarak kabul edip her şeyi “ilerlemeci” bir yaklaşımla izah etmeye çalışan anlayışa dönüşüyor. İşte evrimin dinleştiği nokta burasıdır.
İnsan hayvandan koptuktan sonra bir süre hayvan gibi yaşamış, sonra dili icat etmiş, sonra dini icat etmiş, sonra devleti, vs.
Bu teorinin temelinde bal gibi bir sekülerizm ve ateizm vardır. Her ne kadar kimi teologlar ve din felsefecileri bu bir sorun değilmiş gibi davranıp “İslam evrim ile çelişmez” gibi zorlama yorumlar yapsa da bu böyledir. Evrimciler bütün dünyada Katoliklerden, Ortodokslardan ve sünni-şii Müslümanlardan daha “dindarca” bir tutumla evrimi savunmaktadırlar.
Bunu yaparken de elbette dinlerin verilerinden de kendilerine “bakın din de bunu söylüyor” diyerek misyoner bir tutumla destek bulmaya ve tebliğ yapmaya çalışıyorlar.
Zaten evrime dair sıradan konuşmalarda bile “Evrime inanıyor musun?” şeklinde soruyu duyarsınız. Yani artık o bir inançtır. Hayır, zaten bilim tekrarlanabilir, denenebilir ve gösterilebilir bilgiye denir. Oysa evrim ne tekrar edilebilir, ne denenebilir ve ne de gösterilebilir. Ancak inanılan bir şeydir evrim kuramı.
Evrim kuramı artık bir metafizik inanç veya bir yaşam felsefesi olarak ön görülmektedir. O nedenle siyasal otoritelerin ve iktidarların metafizik inançların ve yaşam felsefelerinin eğitim müfredatlarında yer almalarına kayıtsız kalmamaları şaşırtıcı olmamalıdır.
Bir gazeteci, bir antropolog, bir mühendis veya falcı müfredat ve evrim konusunda görüş bildiriyorsa, izin verelim ülkeyi yönetenler de düşüncelerini söylesinler. Çünkü olay bilimsel bir sorun olmaktan çıkalı yüz yıl oldu.
Ha şunu da belirtelim. Müfredat açısından asıl sorun biyolojideki evrim kuramı değil gizli evrimciliktir. Asıl müfredatından çıkarılması gereken bütün sosyal bilim derslerine örtük olarak giydirilmiş bu “sosyal Darwinizm”dir. Bütün sosyal derslerde ilkelden karmaşığa doğru ilerleyen canlı organizma anlayışının kültür tarihine de uygulandığını görebilirsiniz. Bu tahrip edici gizli müfredata hiçbir hükumet döneminde müdahale etme gereği duyulmadı veya becerilemedi. Ülkeyi kim yönetirse yönetsin müfredatı bu sosyal Darwinizm zihniyeti yönetti.

11 Ağustos 2017 Cuma

Müslüman/ca Demokrasi (Bir Adalet Teorisi)







Müslüman/ca Demokrasi

(Bir Adalet Teorisi)

Mustafa Çevik



İçindekiler
Önsöz
1.      İslam ve Demokrasi Çelişir mi?
a)      Egemenlik Halkındır Demek Ne Demektir?
b)     Demokrasi Beşeri Düzendir İslam’la İlgisi Yoktur Denilebilir mi?
c)      Neden Müslüman Demokrasi
2.      Müslüman Demokrasi: Bir Adalet Teorisi
a)      İslam’da Adaletle Yönetmek Emrediliyor-İslam ve Demokrasi Uzlaşır mı?
b)     Allah’ın Adalet Sözü Ne anlama Gelir?
c)      Demokrasi:   HAK’ikat Sorunu Bağlamında Bir Demokrasi Eleştirisi
d)     Demokrasi ve İslam’ın Ortak Tarafı İlkeliliktir İlkesizlik Değil
3.      Müslüman Demokrasi ve Ahlak İlişkisi
a)      Demokrasi Bir Ahlak İşidir
b)    Demokrasi, Bilim ve Ahlak
c)     İnsan Doğası (fıtrat), Demokrasi ve Ahlak
4.      İslam’da Demokrasi Kültürünün Varlığına Dair
a)   Ehl-i Hal ve Akd ve Temsili Demokrasi Benzerliği
b)  Medine Site Devleti ve Bir Arada Yaşama Formülü
c)   Özgürlükler/Zorlama Olmaması
d)  Hukuk Devleti
e)   İstişare/Şura/Emr ve Bu bağlamda Cabiri’ye Bir Eleştiri
5.      İslam Kültüründe Demokrasiyi Engelleyen Sun’i Dini Engeller
a)      Ehl-i Beyt
b)     Seyit ve Şerif Kurumları   
c)      Şeyh/Mürşid-Pir/Dede/İmam  
d)     Alim Kavramı
e)      Müceddid
f)       Sünnet ve Cemaat  
6.      MÜSLÜMAN DEMOKRASİNİN TEORİK ÇERÇEVESİ
a)      Demokratik Çoğunluk ve Hakikat Arasındaki İlişki
b)     Totalitarizm/Faşizm İdealizmden mi Çıkar Realizmden mi?
c)      Muhafazakâr Demokrasi Yerine Müslüman Demokrasi
7.      İlahiyat Kavramlarının Dünyevileştirilmesi Veya Tersi
a)      Halifenin Tekliğinin Tevhid İle İlişkilendirilmesi
b)     Devlet ve Hukukun Teoloji-Politiği
c)      Ümmet ve Halife İlişkisinin Teoloji-Politiği
d)     Diyalektik Teoloji ve Devlet Fetişizmi
8.      Sivil İslam’dan Siyasal İslam’a Epistemolojik Vesayet ve Aristokrasi Araçları
                  a)Halifelik Vesayeti
                  b) Kureyşilik Vesayeti
                  c) Ehl-i Beyt Vesayeti
d) İcma ve Ulema Vesayeti                                            
e) Mezhep Vesayeti
f) İslami Siyasi Düşüncenin Demokratik Yaklaşım Bakımından Bir Analizi

9.      Demokrasi ve İslam’da Bilgi İktidar İlişkisi
a)      Demokrasi Küfür Rejimidir Diyenlere Cevap
b)     Müslüman Demokraside İnsanlar Her şeyi yapabilir mi? Özgürlük Sorunu
c)      İslam Sivil Bir Dindir
d)     İktidar Endeksli Mücadele Demokrasilerde İyinin Kötüye Kurban olarak Sunulmasına neden olur.
e)      Hariciliğin İyi Tarafları Da Vardır: Otoritenin Tekelleşmesinin Engellenmesi
10.  Müslümanlar İçin Demokrasi: -Bir İtikad ve İman Alanı Mı Yoksa Ahlak ve Muamelat Alanı Mı?-
a)      Müslüman Demokrasi Laik midir?
b)     Müslüman Toplumlarda Demokrasi Karşıtlığı
c)      Demokrasiye karşı çıkan Müslümanlar ile Demokrasinin Özümsenmesi ve İçselleştirilmesi Nasıl Olacaktır
d)     Arap Baharı ve Demokrasi Talebi
e)      “İslam’ın Nesi Eksik Ki Demokrasiye İhtiyaç Duyuluyor?” Sorusu Yanlış Bir Sorudur
f)       Seyyid Kutup İslamcılığından Radikal İslamcılığa Fırka-i Naciye Mantığı
g)     Batılılardan Farklı Bir Devlet Tasavvuru
h)     Hâkimiyet Milletindir Demek Hâkimiyet Allah’ındır Demekle Çelişir mi?
i)       İlahi Devlet Mümkün Müdür?
j)        Düzene Dâhil Olmak Şirk Midir?
k)     Türkiye Diğer Müslüman Ülkelere Demokrasi İhraç Etmelidir Padişahlık veya Laiklik Değil
l)       Demokrasi İslam ile Uyumlu Bir Rejim midir Tartışması Üzerine
m)   Yanlış Yapan Devlet Başkanını İktidardan Silahsız İndirmenin Yolu Var Mıdır İslam’da?

Önsöz
Müslüman Demokrasi bir İslami yorumdur. Bilindiği gibi İslam’ın çok farklı yorumları vardır. Geçmişte mezhepler coğrafi, kültürel ve tarihi nedenlerle ortaya çıkmış farklı İslam anlayışlarını temsil ederler. Hatta bu mezhepler geniş kitlelere ve coğrafyalara dağıldığında birbirinden farklı çok sayıda yorum ve kimlik ile ortaya çıkarlar. Örneğin iki farklı İslam yorumu olan Şiilik/Alevilik ile Sünnilik birbirinden o kadar farklıdır ki İmanın şartları bile farklıdır. Örneğin Şiilikte imanın şartları İmanın Şartları yani usul ed-din beş tanedir: Tevhid, Adalet, Nübüvvet, İmamet ve Kıyamet şeklindeyken Sünnilikte Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, ahirete ve kaza-kadere iman şeklindedir. İmanın şartları bu kadar farklı iken bu mezheplerin diğer mezheplerin alt dallarında yer alan alt mezheplerin kimisi çok aşırıya giderek bu farklılığı uç noktaya taşımıştır. Bu durum geçmişte olduğu gibi bu gün de hala devam etmektedir. Tabi burada daha da önemli olan şey de bu mezheplerin her birinin tek doğru yorum değilse bile en doğru yorumun kendi yorumları olduğunu söylemesi ve geçmişte de günümüzde de bu farklılıkların doğurduğu siyasal gerginlikler nedeniyle kimi zaman kanlı mezhep savaşlarına neden olmasıdır. Hz. Alinin, onun çocuklara Hasan ve Hüseyin’in ve Hz. Osman gibi din büyüklerinin öldürülmesinden tutun bu gün ki Ortadoğu diye nitelendirilen Arap-İslam dünyasının siyasal krizlerinin çoğunun temelinde mezhep sorunlarının yattığını söylemek mümkündür. Herkesin kendi yorumunu asıl yorum olarak nitelendirdiği günümüz İslam dünyasında tek bir İslam yorumunun doğru diğerlerinin yanlış olduğunu söylemek İslam’ın ilahi ve evrensel mesajını bir grubun, zamanın veya kişinin yorumuna hapsetmek olur. Bu da İslam dinine mitoloji sokmaktır. Biz buna yeni İsrailiyat diyoruz. İsrailiyat bilindiği gibi peygamberimizin vefatından sonra Tevrat ve İncil kültürünün İslam’a sokulması olarak tanımlanabilir.
O nedenle İslam dininin geçmişte olduğu gibi bu gün de farklı yorumlarının olabileceğini öncelikli olarak kabul etmemiz gerekmektedir. Hangi yorumun gerçek İslam’a en yakın olduğuna Allah karar verecektir. Bu dünya durdukça insanlar farklı İslam yorumları geliştirmeye devam edeceklerdir. Belki de İslam’ın evrenselliği de burada yatmaktadır. Bu yaklaşımdan hareketle Müslüman Demokrasi’nin İslam’ın bir yorumu olduğunu İslam’ın kendisi olmadığını söylememiz gerekmektedir. Nasıl bir yorum? İslam dininin İnsan ve adalet anlayışını merkeze alan bir yorumdur Müslüman Demokrasi. Daha çok devleti merkeze alan ve devleti kutsal bir varlık olarak algılayan İslam anlayışının karşısında bireyi ve insanı konumlandıran, devlete karşı insanı öne süren ve yücelten bir İslam anlayışını öngörmektedir Müslüman Demokrasi. Biz İslam dininin üstün ahlakı düzeltmeye ve yeniden diriltmeye geldiğini düşündüğümüz için dünyada devlet karşısında gücünü ve konumunu kaybeden insanın lehinde adaleti savunmaya ve düzeltmeyi amaçlayan bir İslam anlayışının Müslüman Demokrasi yoluyla savunulabileceğini kabul ediyoruz. Hilafet, imamet, devlet gibi siyasal kavramları İslam’ın merkezine alarak yapılan İslam yorumlarının çoğunlukla siyasal emeller taşıdığını ve İlahi ve dini kavramların ve kurumların siyasal iktidarı amaçlayan bir suiistimalin yolunu açık tuttuğunu düşünüyoruz. O nedenle tarihsel olarak üretilmiş siyasal halifelik, imamet ve devlet gibi teolaji-politik kavramlar yerine doğuştun insana verilmiş olan akıl’a ve gönderilmiş olan vahiy’e uygun hak ve adalet temelli değerleri merkeze alarak bir İslam anlayışı geliştirmenin daha doğru olacağını bu kitapta ele alıp temellendirmeye çalıştık.

  c-) Demokrasi:   HAK’ikat Sorunu Bağlamında Bir Demokrasi Eleştirisi
Hakikat sorunu insanlığın en ezeli tartışma konusudur. Evren, dünya, insan ve hayat hakkında genelleme yapan herkes bir hakikat iddiasında bulunmaktadır. Hakikate, doğru bilgiye ve nihai olana ulaşmak için din mi, bilim mi, akıl mı, salt deneyim mi daha güvenilirdir tartışması hep devam etti. Örneğin “En iyi eğitim nasıl yapılır?” “En iyi yönetim nasıl olmalıdır?” “En doğru din veya tanrı tasavvuru hangisidir?” “En doğru insan tanımı nedir?” gibi sorulara genelde iki türlü yanıt verilir: ya benim söylediğim benimsediğim veya inandığım en doğrusudur şeklinde bir yaklaşım ya da herkesin doğrusu kendine deyip hakikati teke indirgemek yerine parçalamayı öngören yaklaşım. O zaman hakikat nedir sorusu ile birlikte belki de daha önce yanıtlanması gereken bir başka soru vardır: herhangi bir konuda hakikat yani doğru olan tek midir? Yoksa duruma, kişiye ve zamana göre değişen doğrular mı vardır? Kuşkusuz bu iki soru arasında çok derin farklılıklar vardır. Bu fark yaşam alanına hele hele ekonomi, mülkiyet, hak, adalet ve özgürlükler alanına uygulandığında çok farklı sonuçlar doğuracaktır. Örneğin haklar ve özgürlükler konusunda hakikatin kişiden kişiye veya en azından toplumdan topluma veyahut da çağdan çağa değişebileceğini düşünelim. Öyle bir durumda iktidar araçlarını elinde tutan güçlerin temel bazı hak ve özgürlük alanlarını kendi hakikat anlayışlarına göre değiştirdiklerini görmek mümkün olabilir. Böyle bir durumda şu ana kadar sahip olduğumuz hak ve özgürlük tanımı ve sınırlarının ihlal edildiğini düşündüğümüzde onlara hangi meşru zeminde itiraz edilebilir? Hangi gerekçeyle itiraz edersek edelim iktidar sahipleri kendilerine ait yeni hak ve özgürlük tanımını, görelilik gerekçesiyle ve hakikatin çoğulculuğu gerekçesiyle reddedeceklerdir. Öyle bir durumda haklar ve özgürlükler konusunda doğru olanın onların dediği gibi değil de bizim dediğimiz gibi olduğunu kabul ettirmenin gerekçesi ne olabilir? Ne söylenirse söylensin itiraz gerekçesi hazırdır. Görelilik ve hakikatin evrensel olmayışı. Hakikat parçalandığı zaman hayatın her alanında çatlaklar görebilirsiniz. Postmodern dünyada değerler bunalımının nedeni modernizme karşı çıkayım derken hakikat sorununun parçalanmasıdır.  Hakikat ve doğru olan, kişiye, topluma, zamana ve zemine göre değişir dendiğinde bugüne kadar hakikat diye bildiğimiz bir yanlışın bize hakikat diye dayatılmasına hazır olmalıyız. Veya tersi bir durum da olabilir. Bu her alanda böyledir. Ahlak, ticaret, teoloji, eğitim, bilim vs. her alan için problem aynıdır. Hakikat parçalanırsa hayatın her alanına sirayet etmesi kaçınılmazdır. Çünkü hakikat aslında Hak ile aynıdır. Hak parçalanmışlığı sevmez tevhidi sever. Hak için parçalanmışlık şirktir. Şirk salt teolojik bir kavramdan daha fazla bir şeydir. Epistemolojik, ontolojik ve hatta estetik alanda da birden fazla hakikat alanına yer açmak bu alanlarda Hak’ikat’e ulaşmayı engelleyen bir yaklaşımdır. Bu alanda şirk kapısı açılmış olduğundan başka alanlarda tevhidi, yani birliğin hakikatini bulmak zorlaşacaktır. Bilim alanından bir başka parçalanmış Hak’ikat anlayışının doğuracağı ontolojik ve epistemolojik sorunlara bakalım. Örneğin tarih bilimi niçin öğretilir veya tarih araştırmaları neden yapılır sorusunda eğer tarih bilimini öğretmenin ve tarih araştırmaları yapmanın amacı tektir demez isek ve her kişinin tarih öğrenme ve yapma amacı farklıdır dersek o zaman tarih biliminin önemi ne olabilir ki? Düşünün ki tarih yapma ve öğrenme konusunda ortaya konulan ne denli önemli düşünce olursa olsun biz ona saçma muamelesi yapma hakkına sahibiz diyelim. Yani başka bir deyişle tarih alanında ortaya konulan her türlü düşünce, saçma olsun mantıklı olsun, bir birine eşit değerdedir diye düşünüyoruz. O zaman tarih için hiçbir tez doğru değildir demektir. Gerçekte böyle bakan bir insanın tarih yapması için bir anlamı kalmaz. Veya en fazla tarih bilimine araçsal olarak bakar. Yani araçsallaştırılabildiği için tarih bilimi yapmak gerektiğine inanmaktadır. Başka bir deyişle tarih yapmak o an işine yaradığı için gereklidir. Yoksa her zaman gerekli olmadığı gibi bazen sakıncalı bile olabilir diye inanması gerekir. Böyle bir durumda kimse aslında tarih biliminin, tabi ki bu mantık her bilim için kullanılabilir, önemli bir etkinlik olduğunu söyleyemez anlamına gelir ki bu bir felakettir. Oysa eksik veya yanlış da olsa tarih yapma ve öğretmenin her kes tarafından kabul edilebilir evrensel bir anlamı ve amacı vardır dendiği zaman, ortaya çıkacak olan bütün tarih tezlerini bir “olması gereken tarih tezi” ölçeğinde eleştirip doğru tarih yapmaya çağırabilirsiniz. Çünkü tarih yapma ve öğretme konusunda artık bir olması gereken tarih tezine sahipsiniz. Olan ile olması gereken arasında ayrım yapılmadığı müddetçe bu sorun devam edecektir. Öyleyse denilebilir ki tarih yapma ve öğretme konusunda herkes tarafından kabul edilebilir bir tarih tezi vardır. Böyle denildiği zaman yanlış da olsa, sonradan düzeltilmesi ve doğrunun bulunması ihtimali saklı olmak kaydıyla, bir hakikat tasavvuruna sahip olmuş oluruz. Öyle bir durumda eleştirel düşüncenin gelişmesi konusunda iki imkân yakalamış oluruz: birincisi, yapılan her türlü tarih tezinin kabul edilen tarih tezine göre kritik edilmesi ve düzenlenmesi bakımından eleştirel düşünme, ikincisi de olması gereken yani kabul edilen tarih tezinin yanlış olup olmaması konusu eleştiriye açık olmak bakımından eleştirel düşünce.
            Bu düşüncenin aksini düşündüğümüz zaman ne olur? Yani bilim, ahlak, din, yönetim, adalet, özgürlük ve haklar gibi konularda herkes tarafından paylaşılabilir ve kabul edilmesi zorunlu bir hakikat yoktur hakikat görelidir dediğimiz zaman nasıl bir sorun çıkar? Öncelikle söylemek gerekir ki bu tezi teorik olarak ileri süren olmuş olsa da yine de tarihin her döneminde benim diyen kuşkucular bile başkasına hakikat dayatmasında bulunmuşlardır. Günlük hayatta kabuller olmadan hareket etmek konuşmak nerdeyse imkansız hale gelir. Yani iktidarların yaptığı bir şeyi yanlış bulup eleştiriyorsa biri bir olan durumu beğenmeyip olması gereken durumun hakemliğine ve gerekliliğine çağrı yapıyor demektir. Başkasının dinini beğenmeyen, hatta aynı din içinde dindaşının teolojik ve pratik yaklaşımını beğenmeyen kişi yanlış bir “olan”dan hareketle bir “olması gereken” hakikatten ve kabulden yola çıkarak bunu yapmaktadır. O nedenle hangi alan olursa olsun bir hakikat anlayışına ve bir olması gereken ‘kabul’e sahip olmak neredeyse kaçınılmaz gibi görünüyor.
O halde “devlet yönetmenin veya devlet yönetimi seçmenin doğru şekli nedir?” şeklindeki bir sorunun bir tek doğru cevabının olduğunu kabul etmeliyiz. Nasıl yönetirsen yönet doğru olabilir demek anlamsız bir iddiadan başka bir şey değildir. Ayrıca hiç kimse tarih boyunca böyle bir devlet yönetimi anlayışına sahip olmamıştır her halde. Bunun için şu sorunun yanıtlanması gerekir yukarıdaki tartışma çerçevesinde. Devlet yönetimi seçmek ve seçilen yönetimin devleti yönetmesinin usul ve esasları insanın keyfi olarak ortaya koyacağı bir şey midir yoksa yönetim seçmenin ve seçilenlerin yönetmesinin mutlaka bağlı kalması gereken ilkeler var mıdır? Bize göre devlet yönetimi seçmenin ve seçilenlerin devleti yönetmesinin bir tek doğru tarzı vardır. Öbürlerinin hepsi yanlıştır. Bu da adalet ilkesine bağlı kalmaktır. Bu konularda veya başka konularda adil olan tam olarak yakalanabilir mi bu ayrı bir tartışma konusudur. Adalet kavramı bir idealdir, bir hayaldir veya bir ütopyadır denilebilir. Ancak hepimiz yapılan şeylerin yanlış olduğunu şikâyet ederken peşinde olduğumuz şey haklı olandır, adil olandır veya ismine ne dersek. Devlet yönetmek konusunda acaba İslam dini mesela saltanata iyi bakar denilebilir mi? Veya bir seçkin grubun yönetmesinin doğru olduğu savunulabilir mi?[1] Bize göre kesinlikle hayır. Çünkü saltanat sisteminde bir sultanın deli olma ihtimali vardır onu önlemenin yolu olmalıdır. Seçkin sınıfların mutlak egemenliği yanlış yaptıklarında engellememiz gereken bir sistem getirmeliyiz. Bu şekilde düşündüğümüzde yanlış yapan kişinin belli iktidardan indirilmesi anlayışının İslam dininin yönetim felsefesine aykırı olduğunu söylemek zor olur. Bu bakımdan bakınca “Yönetmenin veya yönetecek kişileri seçmenin yolu tek midir yoksa her türlü yönetim anlayışı ve yönetime getirme şekli doğru kabul edilebilir mi?” şeklindeki soruyu düşündüğümüzde yönetim konusunda da çoklu bir hakikat anlayışına sahip olunamayacağını ve bunun kaos yaratacağını düşünmek zorunda kalıyoruz. O nedenle denilebilir ki bu konuda da zorunlu olarak bir tek hakikat/doğru yöntem vardır. Bu konuda da demokratik yönetim anlayışın da İslam yönetim anlayışının da tekçi olduğunu ve çoğulcu bir hakikat anlayışına bu konuda sahip olmadıklarını görebiliyoruz. 





[1] Bu konuda ehl-i hal vel-akd sınıfının bir tür seçkin sınıf olarak düşünülmesi bize göre yanlıştır. Bunu ilgili bölümde açıkladık gerekçeleriyle birlikte.

8 Ağustos 2017 Salı

Bilgiyi ve Bilimi Mahalle Baskısından Kurtarmak

Bilgiyi ve Bilimi Mahalle Baskısından Kurtarmak

Allah, Âdem’e isimlerin tamamını öğretti. Sonra meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi. Melekler: 'Yücesin Sen ya Rabbi. Bizim Senin bize öğrettiklerinin dışında bir bilgimiz yok. Sen ilim sahibisin, hikmet ve hükümranlık sahibisin.' dediler. Allah: 'Ey Adem! Şunların adlarını onlara bildir' dedi. Adem kendilerine, o varlıkların adlarını bildirince, Allah meleklere: 'Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim!' dedi. Ve meleklere: “Âdem'e secde edin.” dediğimiz zaman İblis hariç, (onlar) hemen secde ettiler. (İblis) direndi ve kibirlendi. Ve kâfirlerden oldu. (Bakara Suresi:31-34) Bilenin ve bilginin insanı üstün kıldığına dair bu ayeti destekleyecek birçok vecize, atasözü ve felsefi düşünce vardır. Ancak çoğu zaman bilgi denilen şey yönlendirilmiş, çarpıtılmış bir yanlış bilgi olabiliyor.
 
Bilgiye yön verenler yönetmeyi de başarmış olurlar genellikle. O nedenle birçok güçlü devlet adamının yaptıkları aslında onu yönlendirenlerin eseridir. Konuşurken, yazarken, yasama yaparken, yönetirken vs. kullanılan kavramsal sistem tercih edilen yaşam tarzıyla ve kişinin inanç ve zihin dünyasıyla doğrudan ilgilidir. Kişinin kullandığı terminoloji onun yaşamı, evreni, insanı ve olayları hangi bağlamda okuduğuyla ilgilidir. Seçilen kelimeler ikditarla mutlaka ilişkilidir. Bilgi hiçbir zaman iktidardan bağımsız yürüyemedi ne yazık ki. Şiilik dünyasındaki İslam yorumunun Sünnilik dünyasındaki İslam yorumundan farklı olmasının temelinde bilgi-iktidar veya kelime-iktidar ilişkisi vardır. Sahip olunan iktidar bir süre sonra kendi inancını, teorisini ve giderek kendi terminolojisini oluşturur. O iktidarın etki alanı içinde yaşayan kişilerin muhalefeti bile iktidarın reflektif karşılığı olduğu için bir anlamda bir tersine yansımasından öteye geçmemektedir. Bilgi bir süre iktidarı etkilerken daha sonra iktidarın bilgiyi etkilediği görülür. İslam dünyası çeviri hareketlerinden kurtulamadığı için bir türlü kelimelerine egemen olamamış kendi terminolojisini üretmede sürekli sıkıntı olmuştur. Yunan felsefesine ait eserlerin çevirisiyle İslami ilimlerde ciddi bir terminolojik devrim olmuştur. Felsefe ve felsefi terminolojinin egemenliğine karşı çıkan anlayışlar da karşı çıkış yoluyla aksi istikamette ama tersine bir kavramsal çerçeve ve terminolojik dizge (sistem) üretmişlerdir. Kelimelere egemen olma mücadelesi o kadar yoğun ve çatışma içinde geçmiş ki iktidarlar bu tartışmaların tam ortasında yer almış çoğu zaman taraf olmuştur. Buradan anlaşılıyor ki kelimelerin seçilmesi aynı zamanda bir siyasal ve ekonomik egemenlik sorunudur. 
 
O nedenle bu gün veya geçmiş yüzyılda da durum farklı değildir. İslamcılığın reaksiyoner bir batı medeniyeti ve modernizm eleştirisi bağlamında ortaya çıkan bir anlayış olması nedeniyle kavramsallaştırmalarına baktığımız zaman ulus devlet ve küresel sermaye ilişkilerinin doğurduğu problemlerin izlerini rahatlıkla görebiliriz. 
 
Bunun içindir ki günümüzde Türkiye dahil olmak üzere iktidarı elinde bulunduran parti ve düşüncelerin İslam Medeniyetine uygun özgün bir devlet, hukuk ve adalet anlayışları geliştirme yerine küresel sermaye ve medya kıskacında üretilen suni problemlerle uğraşmakla vakit kaybettiklerini görmekteyiz. 
 
Mesela kendimize ait yeni bir eğitim, yönetim, ahlak ve bilim arayışımız ve anlayışımız yoktur. Modern batı dünyasının paradigmasınıoluşturan rasyonalite, bilim ve aydınlanmanın oluşturduğu insan modeli olarak eğitimde yararı önceleyendeğerleri itibarsızlaştıran; insanı üreten ve tüketen bir varlık olarak görmenin ötesinde bir ufka sahip olmayan iktidarların varlığı üretilmiş “kelime”nin ve bilginin yönlendirmesine en büyük kanıttır. Bu günün modern müslümanı ile batılı bir bireyin karşılaştıkları sorunların ve çözüm arayışlarının aynı olması insanın ve doğanın zorunlu bir sonucu değildir. 
 
Yönlendirilmiş ve propagandayla doğası baskı altına alınmış bir egemenlik şeklinin zorunlu sonuçlarıdır. İktidarlar propaganda ile insanın doğasını adeta değiştirip güdükleştirmiştir. İnsan doğduğu andan itibaren sözde “bilimsel” ve “rasyonel” baskı altına alındığı için bir GDO statüsündedir artık. Genetiği değiştirilmiş bu organizma artık ne sağlıklı karar verebilmektedir ne de hayatın ve varoluşun amacı hakkında bir fikre sahip olabilmektedir.
 
GDO’lu insanın seçtiği iktidarlar “kelimelere” yön verenlerin etkisiyle seçmektedir, bu etkiyle bilim, sanat ve kültür üretmektedir, eğitim modelleri belirlemektedir. Bu bilinçle dini bilgi üretmektedir. Böyle bir insanın ürettiği bilimin, kültürün, dini bilginin ve iktidarın sağlığına güvenilmesi mümkün değildir. Çünkü her yönüyle, ruhuyla ve bedeniyle kuşatma altında olan bu insan kendisine öğretileni de bilen bir insan olmaktan çıkmıştır. Bunun için artık halifelik özelliğini de yitirmiştir. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer:9) derken ayet büyük ihtimalle kendini bileni, insanı bileni kast etmektedir. Yoksa malumat sahibi olmayı kast etmiyordur. Çünkü bilgisayarlar insandan daha fazla ve daha detaylı ve sistematik bilgilere sahip olabilirler.  Ama bu onları insandan üstün kılamaz. Çünkü “kendisine öğretilenden başkasını bilmez” bilgisayarlar ve makineler. İnsanın halifeliğe uygun görülen doğası yazının başında aktarılan ayette geçen bu ifadede saklıdır. İnsanın yaratılış amacına yabancılaşmış bu halin giderilmesi için bir “öz”e dönüş gereklidir. Bu ancak ve ancak kendi paradigmasınıoluşturan bir İslam medeniyetiyle mümkündür. Kendi epistemolojik ve ontolojik paradigmasını oluşturamayan Müslümanlar bir medeniyet kuramazlar.

MÜSLÜMAN ÜLKELERİN EĞİTİM-BİLİM İŞBİRLİĞİ NASIL OLMALIDIR?

Mustafa Çevik


Mustafa Çevik
Bu ihmali en güzel özetleyen cümle, “neden AB üye ve aday ülkelerin üniversiteleri arasında bir Erasmus programı var da İslam Ülkeleri'nin üniversiteleri arasında işbirliği yok?” sorusudur.
Müslümanlar arasında zaten doğal, kültürel, siyasal ve itikadı yakınlık vardır. Bu büyük benzerlik en büyük zenginliğimiz ve imkanımızdır, bunu unutmamamız gerekir.  Mü'minler madem ki kardeştir. Ortaklığı, kardeşliği artırmalıyız. Haritalar, sınırlar, bariyerler “mü'minler kardeştir” düsturunu ihlal etmemelidir.
Müslümanların parçalanmışlığı sadece “halife” gibi bir kurumun olmayışı değildir. Ne yazık ki ayrılık, uzaklık bunun çok ötesine gitmiştir. Kapitalizmin türlü oyunlarına gelerek kardeş kavgasına, etnik çatışmalara giriyorlar.
Birlikten çok ayrılıklar, barıştın çok çatışmalar var Müslüman yurdunda.
Birbirini katleden kardeşlik bu topraklarda yer bulmamalıdır. Dinimiz İslam'dır. İslam barış, selamet ve teslimiyet demektir. Bu gün islam dünyasında yürek parçalayan zulüm ve işkenceler diz boyu.
Bilim yok, sanat yok, ticaret yok, etik yok ahlak yok. Bütün bunlar Müslüman kardeşliğini bıraktığımız gün başladı bizi bir ur gibi kemirmeye.
Müslüman beldelerin her türlü varlığına göz diken hainlerin emellerine alet olan yerli işbirlikçi hainler her zaman var olmuştur ne yazık ki.
Müslümanlar Kardeştir” ilkesinin temel taşı bilimsel işbirliğidir. Bunun yolu Müslüman toplumlarda yaşayan bilim insanlarının ve bilim kurumlarının işbirliğidir. Müslüman toplumu birbirine yaklaştıracak, birbirini tanıyıp yaklaşması için bu öncelikli şarttır. Allah insanları farklı kabileler ve topluluklar şeklinde yaratmış ki tanışıp kaynaşsınlar diye. Ayrılıkların nedeni birbirimizi madden ve manen zengin etmektir. Birbirimize katmaktır, katletmek değildir.
Müslümanların İslam dini üzerinden bu günün kriz ve kaos içinde yaşayan insanlığa söyleyeceği çok şey vardır. Karanlığa doğru giden insanlığın İslam'ın güneşine ve aydınlığına ihtiyacı vardır.
Ama ne yazık ki bu gün İslam dünyasının durumu Muhammed İkbal'in dediği gibi “bu gün İslam dünyasında Müslümanlar var ama İslam yok, Batı'da da İslam var ama Müslüman yok” tespitinden öte değildir.
8-13. yüzyılları arasında bilimin merkezi unutmayalım ki İslam dünyasıydı. Bilim, düşünmeyi, felsefeyi ve metodolojik hassasiyetlerden uzaklaştıkça bilimsel, zihinsel ve endüstriyel üretim Müslüman toplumlarından uzaklaştı.
İlk emri “oku” olun bir dinin, “ilim Çin'de olsa bile onu alın” diyen bir dinin, “hikmet Müslümanın yitiğidir” diyen bir dinin bilimden ve düşünceden bu kadar uzaklaşması asıl amacına yabancılaşmaktan başka bir şey değildir.
Soran, sorgulayan ve eleştirel kafa yetiştiren bir nesil yetiştirememenin nedenini düşünmeliyiz. Bilim, endüstri ve zihinsel üretim yapamayan toplumlar fiziksel ve zihinsel esaretten kurtulamazlar.
İslam toplumunun çöküşü bilim ile olmuştur. Yükselmek de yine bilimle ve düşünce ile olacaktır.
Cumhurbaşkanının Mevlana Programının Erasmus projesi gibi işletilmesini istemesi bu işbirliği için önemli bir girişimdir.
Elbette ki bu bilimsel işbirliği Erasmus'tan farklı olmalıdır. Ortak diploma ve AKTS  gibi ders kredi standardı geliştirmek tek başına bir anlam ifade etmeyeceği gibi İslam ülkeleri arasında sözünü ettiğimiz kardeşlik medeniyetine de hizmet etmeyecektir.
Bir medeniyet projesi gibi yürütülmelidir. Bunun felsefi alt yapısı oluşturulmalıdır. Aksi durumda İslam ülkeleri üniversiteleri arasında teknoloji bilgisi ve kariyer transferinden öteye gitmeyecektir. Peki, nasıl bir felsefe ve nasıl bir program olmalıdır? Bu konuda Türkiye'nin Sosyal Bilim Politikaları başlıkla yazıma bakılabilir.
Öncelikle yukarıda belirtiğim gibi Müslüman ülkeler arasında yapılacak her türlü işbirliğinde olduğu gibi burada da temel yaklaşım “Müslüman kardeşliği” ve barışını tesis etmektir. Temel felsefe bu olmalıdır.
Nasıl bir program?” sorusuna gelince, özetle şöyle diyebiliriz: Hangi alanda işbirliği yapılırsa yapılsın, ister teknoloji, ister sağlık bilimleri, ister sosyal ve beşeri bilimler alanı olsun, uygulamaya ve üretime endeksli bir bilim anlayışı şart. Ancak bununla birlikte tevhid, kardeşlik, şiddetten uzak İslam anlayışını içeren, etnik ve mezhep bağnazlığını giderici ortak dersleri okumak şart olmalıdır. Metodoloji ve düşünme dersleri okutulmalıdır. Kendi sosyal ve kültürel dokumuza uygun yeni, yerli ve alternatif sosyal bilim teorilerinin önemine ve imkânına dair bilimsel çalışmalar yapılmalıdır.

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Öz medeniyetinden Söz ve göz medeniyetine -Mustafa Çevik -

Öz medeniyetinden Söz ve göz medeniyetine

Mustafa Çevik 28.03.2017 Milat Gazetesi


-Bir Dücane Cündioğlu Eleştirisi-
Dücane Cündioğlu'nun Söz Medeniyetinden Göz Medeniyetine başlıklı yazısı İslam medeniyet algısına dair bir takım hatalar içermektedir. Bu yazıda bazı hataların tespitine çalıştık. Faydalı olur ümidiyle.
Medeniyet sizin görme ve tasavvur etme şeklinizin ortaya çıkardığı yaşam ve düşünüş şeklidir. Eşyaya, varlığa, yaşama dair geliştirdiğiniz görme ve tasavvur şekliniz sizin fiziksel ve manevi dünyanıza şekil verir.
Bu görme ve tasavvur şekli de milletlerin görgü, bilgi ve geleneğiyle çok ilişkili bir şey olduğu gibi esas kurucu irade o toplumun öne çıkmış veya çıkarılmış “aydınları” veya “aydınlatıcıları”nın zekâsı ve vicdanıyla ilgilidir.
Görme ve tasavvur şeklidir medeniyet dedik. Ama asıl olan tasavvur şeklidir. Tasavvur şekli zihinde olup biten bir durumdur ama görme zihinden önce duyu dünyasında olup biten bir süreçtir. O nedenle hakikati tasavvur edemeyenler, ister zeka ister görgü eksikliği nedeniyle olsun, görme, işitme, dokunma veya tatma yoluyla bir medeniyet algısı ve olgusu ortaya koyar.
Daha açık ifadeyle, tasavvur yoluyla, anlam ve öz medeniyet algısına sahip olamayanlar dokunmaya ve duyumlamaya dayalı, yani söze ve göze dayalı bir medeniyet algısına sahip olurlar.
Cündioğlu'nun Batı toplumunun Biblia Pauperum dediği şey okuma yazmayı bilmeyen Hristiyanlar için görselleştirilmiş daha sonra da ikonlaştırılmış bir tür duyumlama ve dokunmaya dayalı medeniyet algısıdır. Batı dünyasının “anlamı ve özü görselleştirme” serüveni bizdeki mücessime eğiliminin paraleli bir algı şeklidir.
Allah'ın antropomorfik yani insan biçimci yorumlama tarzı her mezhepte, kaçınılmaz olarak, bir miktar olduğu gibi ayrıca bütün bir teoloji alanını cisimleştirerek anlamaya çalışan bir mezhebin de varlığı bilinen bir şeydir. Mücessime geleneği İslam toplumunun veya doğu toplumunun bir sorunu değil insanlık tarihinin anlamı ve özü somutlaştırma ve duyu alanına aktarma gibi bir evrensel hastalıktır.
Hz. Ali'ye mal edilen bir ifade ile güzel dile getirilmiştir bu anlayış. Şöyle der Hz. Ali: “İnsan ilahını karşısında görmek ister.” Helvadan put yapmak, acıkınca da onu yemek bu dünyanın içinde olmayan İlah'ı anlamakta zorlanan kişilerin ve toplumların başvurduğu bir yöntemdir.
Batı medeniyetinin özü söze ve görsele indirgemesi Cündioğlu'nun sandığı gibi İslam ve Yahudi geleneğinde olmayan bir şey değildir. Bu şekilde bir din algısı, yani manayı ve özü söze ve görsele indirgeme, doğu İslam geleneğinde de bir oranda vardır. Bu bazen kişilerde, bazen türbelerde ve bazen de Peygamberin “sakal-ı şerifinde” tezahür etmiştir.
Cümdioğlu'nun düştüğü birinci hata budur. Yani dinin özü olan teolojiyi görsele indirgeme Batı'daki kadar değilse de bütün Doğu toplumlarında ve dolayısıyla İslam-Yahudi toplumlarında da bir şekilde vardır. Batı-Hristiyan toplumlarına ait bir durum değildir. Batı-Hrıstiyan toplumlarında bu görselleştirme resim ve ikonlarla olmuştur. Bizde de devlet, halife, mimari, hat, giyim, kıssalar, ritüeller vs. şeklinde olmuştur. Şeklin, yani söz, yazı ve görselliğin, çoğu zaman,  özün önüne geçtiği bir sır değildir.
Gazali'nin sözü yani kelamı bile “avam”dan uzak tutulması gerektiğine dair düşüncesini biliyoruz. Avam için teolojiden çok şekli ibadetler, kıssalar vs. bir anlamda “avamın kitabı” yani Biblia Pauperum'u kabul edilir. Onların teolojiyi, özü ve anlamı anlayamayacağı ileri sürülmüş ve ona göre bir tür avam teolojisi türetilmiştir.
Cündioğlu'nun düştüğü ikinci hata da “söz” ve “göz” ilişkisidir. “söz medeniyetinden göz medeniyetine” başlıklı yazının hem başlığında hem de içeriğinde sanki söz ile gözün çok farklı şeyler olduğu ısrarla işlenmiştir. Oysa “söz” ile “göz” aslında ayrı algılama yöntemi değil aynı algılama yönteminin iki farklı versiyonudur. İkisi de duyumlamadır. İkisi de tanımlanmışlığı gerektirir.
Şöyle ki: Görsellik bir anlamı görülebilir kılmaktır. Yani her hangi bir cisimle somut, sınırı belli bir şekilde ifade etmektir. Sınırlamaktır. Tahdittir. Tahdit hudut belirlemektir. Yani bu anlamın başladığı ve bittiği yer şurası ve şurasıdır diye boyut kazandırmaktır. Peki sözlü anlama ve algılama nasıldır? Aslında çok farklı değildir. Birinde mürekkeb ve benzeri materyaller kullanırken sözlü tanımlamada kelimeler kullanılır. İnsan ürünü olan kelimeler ve onların anlamı ile bir “öz” tanımı yapmaya kalkışmak aynı şekilde bir tanımlama ve tahdit yanı sınırlama getirmektir.
Her ikisinde de sorun ortaktır. Yani her ikisinde de anlam ve öz alanına ait bir durumu fizik ve nesneler dünyasına ait olan “şey”lerle sınırlamaya kalkışmaktır. O nedenle söz ve göz medeniyeti şeklinde bir ayrım yapmak yerine “öz medeniyeti” ve “söz ve göz medeniyeti” şeklinde bir ayrım daha net bir ayrımdır.
Biri hakikatin dile ve resime getirilemeyeceğini ileri sürerken ikincisi hakikatin söz ve şekil ile tanımlanıp sınırlandırılabileceğini ileri sürmektedir.
Cündioğlu'nun düştüğü üçüncü hata ise Hristiyanlığı bir Batı geleneği gibi sunmasıdır. Oysa biliyoruz ki Hristiyanlık bir Doğu dinidir. Ve “göz medeniyeti” dediği şey ise Hristiyanlık değil Batı'nın Hıristiyanlığa getirdiği ve tanımlamaya, yani tahdide ve sınırlamaya dayalı bir yorumlamadan başka bir şey değildir. Özü itibarıyla Hristiyanlık, İslam ve Yahudi dininden farklı bir medeniyet tasavvuruna sahip değildir. Ancak dindarlar bir dinin genel yapısını olumsuz etkileyebiliyorlar. Bu bütün dinlerde farklı oranlarda vardır.
Onun için daha genel bir medeniyet tasnifi yapmak gerekir. Şöyle ki: insanlar anlamı ve özü ya düşünerek anlarlar ya da duyumlayarak. Birincisine “öz medeniyeti” ikincisine de “söz ve göz medeniyeti” demek daha doğrudur.
Düşünerek anlamaya çalışanlar her zaman duyumlayarak anlamaya çalışanlardan daha azdır. Çünkü düşünerek anlam dünyasını ve özü anlamak zordur, vakit ve derinlik gerektirir. Ama “söz ve göz medeniyet” anlayışı için anlamı kelimeye ve görsele dönüştürme yoluyla anlamayı kolaylaştırır. Somut bir olay, bir ikon, bir kelime veya kurum anlamın ve özün ta kendisi kabul edilmiştir hep.
Cündioğlu'nun İslam ve görsellik sorunsalından Nuri Bilge Ceylan'ın, Cem Yılmazın ve Recep İvedik'in sanat eleştirilerine gönderme yapmadaki vehamet ise başka bir yazı konusudur.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...