30 Haziran 2016 Perşembe

DÜŞÜK PROFİL SOLCULUK Mustafa Çevik, Yeni Söz, 22 Mayıs 2016 Pazar

Mustafa Çevik

DÜŞÜK PROFİL SOLCULUK

Solculuğun doğasında var düşük profilli bir yapı.
Eğer Marx'izmin bir uzantısı sayacak olursak, ki öyledir, solculuk ve sosyalizmin türevlerini, evet Marxizm başta olmak üzere solculuk ve sosyalizm hayata, insana, varlığa ve değerlere düşük çerçeveden bakar.
Sığ bakar.
Olayların, varlığın, insanın ve evrenin ontolojisini görmek yerine görünenle, bize yansıyanla yetinen bir “felsefe'dir.
İdeal olanı ve idealizmi reddeder.
Materyal olanı, ilk bakışta görüneni hakikatin temeline koyar.
Mesela adaleti ve topyekün ahlak değerlerini bir ilke değil toplumda yaşanan “anlık” durumlara bağlamayı tercih eder.
**
Peki Türkiye'de solculuk nasıl.
Türkiye'de solculuk veya “Türk Solu,” başta solcular olmak üzere aklı başında herkes tarafından eleştirilir.
Türkiye solculuğunun pespayeliği ve faşizmin her türlüsüne yaptığı tetikçiliği Cumhuriyetin başından beri bilinen bir durumdur
Derin devlet halka neyi dayatmışsa aydını ve silahlı örgütleriyle solcular bunun dayatmacılığın yapmışlardır.
Din terakkiye (gelşmeye)  manidir” vecizesi en büyük sloganlarıdır.
Üretme yok eleştiri vardır.
Bilgi yok aşağılama vardır.
Alternatif yok mız mız muhalefet vardır.
Namaza ve namaz kılana, sakal bırakana, tesettür giyinene düşmanlık yapmayı “sol değerleri” politikaya kazandırmaya tercih eder.
Mussolini'nin faşizmini kemalizm ideolojisi üzerinden devşirmeyi solculuk sanıyor.
İslamofobia (islam korkusu) solculuğun en temel ilkesi olmuştur Türkiye'de.
Bunun için Osmanlı'nın son döneminden beri İslam karşıtı hangi söylem varsa desteklemiştir solculuk.
**
Solculuk Kemalizm diktatoryası altında Aleviyi Sünnileştirmeye, Kürdü Türkleştirmeye, Sünniyi laikleştirmeye kalkışmıştır.
Geldiği yer Türkiye Demokrasinin önünü açacak alternatif siyasal teoriler üretmek yerine “Seni Başkan yaptırmayacağız” muhalefetidir.
Kürt solunu da buna alet etmeyi başarmıştır. Çünkü Kürt Solu da Türk Solunun bir versiyonudur.
O yüzden rahatlıkla Kürt Solu yoktur Türk Solun kolu vardır denilebilir. Bir ideolojisi yoktur. Ekonomi ve siyaset teorisi yoktur.
Bu ülkede solculuk evrensel insan hakları savunuculuğu yapmak yerine insan hakları gaspçılığının adı olmuştur ne yazık ki.

TÜRKİYE NEDEN BİLİM ADAMI YETİŞTİREMİYOR? Mustafa Çevik

Mustafa Çevik

TÜRKİYE NEDEN BİLİM ADAMI YETİŞTİREMİYOR?

Hürriyet'ten Nuran Çakmakçı Aziz Sancar'a soruyor:
“İslam dünyasında 500 yıldır bilime doğru dürüst katkı olmadığını” söylediniz. Sizce neden?
Sancar: “Nedenini bilmiyorum. Ama bu bir gerçektir. Bu gerçeği söylememiz ve sebebini arayıp bir çözüm bulmamız lazım. Çünkü bunun günahla alakası yok. Niye Müslüman bir nesilde olmuyor, 500 yıldır bilim adamı yetişmiyor, onu bilmiyorum. Ama bu soruyu sormak lazım.” (Hürriyet, 26.05.16)
Hakikaten bu soru en önemli sorulardan biridir. Ancak belki de en az tartışılan sorudur.
Elbette pek çok sebep sayılabilir. Ama hangi sebebi irdelerseniz son tahlilde bu sebebin gelip “devlet” anlayışımıza dayandığını görürünüz.
Taha Akyol Müslümanların bilimde geri kalışımızın nedeninin büyük oranda dinin siyasal ve ideolojik kodlamalarından ileri geldiğini söyler.
İlim Çin'de de olsa alınız anlayışını ilke edinen anlayıştan Müslüman Kardeşler teşkilatının kurucu lideri Seyyid Kutub'un Yunan Felsefesinin alınmasını hatalı görmesinin nasıl çıktığını soruyor Akyol.
İbn-i Haldun'u İslam bilin anlayışına örnek gösteriyor. Esasen İbn-i Haldun ile Seyyid Kutub'un bu konuda çok farkı yoktur. İkisinin de temel benzerliği insanı-toplumu kalbinden etkilemek yerine “sosyal nesne”ye dönüştürmesidir.
Bu ayrı bir konu.
Ama Türkiye neden bilim insanı yetiştiremiyor?
Örneğin neden teorisi olan bir biyoloğumuz, kimyagerimiz, fizikçimiz vs. yok. Türkiye'nin neden bir Ali Şeriati'miz yok, bir bulanık mantık kuramcısı Zade'miz yok. Teorisi olan bir ilahiyatçımız yok. Yok da yok.
Neden filozofumuz yok sorusunun yanıtı için “Felsefe Bayiliği” isimli çalışmamıza bakılabilir.
Ama hangi alanı irdelerseniz bilim ve düşünce adamından çok coşku ve ideolojik goygoyculuktan başka bir şey göremiyorsunuz.
Neden bizim din anlayışımız hepten ithaldir. Tasavvuf yorumumuz, itikad yorumumuz, siyasal İslam yorumumuz, İslami modernizm yorumumuz, devlet anlayışımız, eğitim anlayışımız vs. hiç birisi bize ait değildir.
Hiç birisi yerli değildir. Yerlilik tartışmasını siyasal alana taşıyan Ak Parti hükümetlerinin yerli sanayi düşünüp yerli eğitim ve yerli sosyal bilim düşünememesi bir çelişkidir. Bir an önce zihin endüstrisinin de teknoloji endüstrisi kadar önemli olduğunun farkına varılmalı ve yök, üniversiteler ve MEB nezdinde planlama yapılmalıdır.
Neden bilim adamı yetiştiremiyoruz sorusunun teknolojiden çok sosyal bilimlerde sorulması gerekir.
Sosyal bilimler dünyada da Türkiye'de de İbn-i Haldun ile başlayan ve Auguste Comte ile devam eden ağır pozitivizmin etki alanı içinde yok olup gitmektedir.
Neden bilim insanı yetiştiremiyoruz sorusunun yanıtı yüz yıllık planlamayı gerektirdiği için ilgili insanlar ile tartışılması gerekir elbette.
Ama bunun için öncelikli olarak bu soruna sahip çıkacak devlet anlayışının olması lazım.
Halife Me'mun'u kurduğu Beytulhikme ile anıyoruz. Beytulhikme ruhu İslam dünyasında yok olunca bilim de Avrupa'ya geçti. İslam dünyasını terk etti.
Buradan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere Bilim Sanayi ve Teknoloji Sayın Dr. Faruk Özlü'den ve MEB bakanı Sayın İsmet Yılmaz'dan insanımızı ve insanlığı ilgilendiren bu soruna eğilmelerini umut ettiğimi belirtmek istiyorum.

MEZHEPÇİLİK “PARALEL DİN”DİR Mustafa Çevik, 17 Nisan 2016 Pazar

Mustafa Çevik

MEZHEPÇİLİK “PARALEL DİN”DİR

Cumhurbaşkanı Erdoğan Mezhepçilik yapan ülkelerin liderlerinin gözüne bakarak "Mezhepçilik fitnedir. Ne Sünniyim ne Şii, Müslümanım" diye konuştu.
Dikkat etmek lazım. Erdoğan Mezhepçilik diyor mezhepdemiyor. Çünkü mezhep hoşgörüdür, İslam'ın yerelliğe, coğrafi şartlara açılmış özgürlük alanıdır.
Yüce Peygamberimiz “kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyin nefret ettirmeyiniz” buyururken kastı mezheplerin özgürlük alanıydı.
Din farklı kültürlerde yaşanabilir olmuştur mezheplerle.
İslam dininin kimi konuları farklı anlamaya imkan verdiği için farklı anlayışlar ve mezhepler çıkabilmektedir.
Ama mezhepçilik farklı bir şeydir. Hoşgörü alanının suiistimalidir mezhepçilik.  Mezhebi veya cemaat düşüncesini iktidar ve hegemonya aracı kılmaktır.
Erdoğan'ın “mezhepçilik fitnedir” çıkışı yerinde bir çıkıştı. Bu gün Müslümanlar birbirinin kanını mezhep veya fraksiyon fanatizmi üzerinden dökmektedirler.
İslam düşmanlarının eli “mezhepçi” devlet ve dini liderler üzerinden Müslüman topraklarına uzanabiliyor.  Bu fitnenin adını koymak bu zirvede gerçekten gerekli bir şeydir. İslam dünyasının mezhep çatışmalarını bilmeyen İslam tarihini de bilmiyordur.
Hz. Ali'den beri İslam dünyasında dökülen kardeş kanının birincil sebebidir mezepçilik. Bugün bir çok grup, cemaat ve örgüt gizli veya açıktan sözde “halifelik” ilan etmiş ve kendisinin dışındaki Müslümanı tekfir ediyor. Eline silah tutuşturulduğu anda ilk olarak Müslüman kardeşine doğrultuyor.
İslam dünyasında mezhep düşüncesinin düşünce özgürlüğüne zemin hazırlaması gerekirken fanatizmin, düşünce ve inanç özgürlüğünün önündeki engel haline dönüştürülmüştür.
Bu gün bir çok din adamı ve ilahiyatçı mezhep üzerinden Müslümanları ötekileştirmektedir. Bu da yetmiyor, cemaat ve meşrepler üzerinden ötekileştirme yapılıyor. Peygamber dönemindeki hoşgörü, Medine toplumundaki “çoğulcu” anlayış korunamamış, İslamın barışçıl ruhu yok edilmiştir.
Mezheplerden “mezhepçilik” devşirenler sürekli olarak Müslümana Müslümanlık propagandası yapmaya devam etmektedir. İslam dininin, Kur'anın ve sahih sünnetin çizdiği çerçeveyi beğenmek yerine mezhebin sınırını korumuş ve adeta bir “paralel İslam” veya “paralel din” tesis edilmiştir.
Bu “paralel İslam” anlayışının son örneği Rusya ile yan yana Müslüman gruplara karşı savaş ilan eden İran mezhepçiliği oldu.
Tarihte benzerine çok rastlanan bu mezhepçi fanatizmin önlenmesi Müslüman ilahiyatçıların ve entelektüel mücadelesiyle mümkündür. Mezhebin teolojik zemini yeniden ve doğru tesis edilmelidir. Müslümanlık her zaman mezhep kimliğinin önünde olmalıdır.
İslam ülkelerini birbirine düşüren ihtilaflar yerine ittifaklar büyütülmelidir. Kin, düşmanlık ve bölücülük yerine birleştirici ruh üzerinde çalışılmalıdır.
Bunun yolu temel hak ve hürriyetleri teminat altına alan İslam'ın ruhu yeniden “diriltilmelidir.” Bizler ister etnik ister mezhepsel anlamda halklarına Hak'kın bahşettiği temel hakları çok gördükçe Müslüman topraklara barış ve huzur gelmeyecektir. Çünkü “nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz.” Çünkü “Allah adaleti emrediyor.”
@mustafacevikMC

ÇOK İSTEYEN HEP FAKİRDİR. Mustafa ÇevikYeni Söz, 24 Nisan 2016

Mustafa Çevik

ÇOK İSTEYEN HEP FAKİRDİR

Öyle diyor Lucius Annaeus Seneca. “Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir.”
Greory Penelman isimli matematikçinin hikayesini mutlaka okumak gerek. Pionchare Sanı'sı olarak bilinen matematik problemini 500 sayfalık bir izah ile çözünce milyon dolarlık ödülü hak etti.
Ama kendisine para ödülü takdim edildiğinde “paraya ihtiyacım” yok diyerek geri çevirdi.
Para için her şeyi satabilecek nesiller için bunu anlamak mümkün değil elbette.  Ama ulusların zenginliği daha çok para kazanmak için çırpınanların değil parayı ciddiye almayan idealistlerin omuzunda gerçekleşir.
Yani paraya tapanların değil onu ayağının altına alanların sayesinde. 
  **
İktisatçılar ekonominin tanımını şöyle yapar: “Sınırlı dünya kaynaklarıyla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılama bilimidir.”
Peki insan ihtiyaçları sınırsız mıdır? Kanaat diye bir şey yok mudur?
Akıl sahibi olmayan canlılarda hiç ölmeyecekmiş gibi mal biriktirme ve hırs yokken akıl sahibi varlık olan insan hırs ve tutku ile körleşir.
Dengeli, kanaatkar ve dünya ile mantıklı ilişki geliştirmek insandan beklenirdi.
İhtiyaçları sınırlı olduğu halde sürekli yeni ihtiyaçların varlığı pompalanır.
Sürekli açmış gibi, sürekli parasızmış gibi, sürekli eşyanın yenisine, daha yenisine muhtaçmış gibi.
**
Ne kadar para o kadar masraf demektir. Ne kadar servet o kadar dert demektir.
Puşkin'in dediği gibi birine emredenler ve birinden emir alanlar özgür olamazlar. Onlar hep fakirdir. Onlar hep mahkûmdur. Onlar hep kaygılıdır. Hep tavizkardır.
Sırtında kıymetli yük taşıyorsan karşılaştığın, haksızlığa, hukuksuzluğa, hakarete, saldırıya kulak tıkarsın.
Çünkü muhatap olunca sırtındaki yükü riske etmiş olursun. O yüzden hayattaki yükü ağırlaştırmak yerine hareketimizi engelleyecek kadar biriktirmemek lazım.
Bu yük ister mal mülk, ister makam mevki ve isterse fazla kilolar olsun. Biriktirmek çoğu zaman zararlıdır. Kaygı kaynağıdır. Vesselam.

GÜVERCİN MUTLULUĞU Mustafa Çevik Milat 03.06.2016

GÜVERCİN MUTLULUĞU

Mustafa Çevik 03.06.2016


Güvercini bilirsiniz. Narin bir kuştur. Ürkektir. Masumdur.
Yakından bakınca bunları görürsünüz çehresinde.
Güvercini yemini yerken izlemişsinizdir. Önündeki buğday tanelerini tek tek alabilir ancak.
Ve her bir taneden sonra etrafını gözler ikincisini almak için.
Bir saniyelik gafletin yaratacağı riski önceden hesaplar. Sürekli etrafından bir saldırının gelme olasılığını ve kaygı halini içinde taşıdığı için aldığı buğday tanesi de kursağında kalır.
Oysa güvercini huzursuz kılan duyduğu kaygıdır.
 Güvercin yakaladığı anlık mutluluk gerekçesini taşıdığı kaygı nedeniyle zehire çevirir.
**
İnsan da çoğunlukla böyledir. İki dakika gülsek “kesin ağlayacağız” diye kendimize korku yükleriz.
Mutluluğun zirvesinde iki insan ya gelecekten ya geçmişten çağırdığı bir düşünceyle anını zehir eder. “Ya biterse,” diye.
Elbette yakaladığımız mutlu anların sonsuz olmasını isteriz. Ama sürekli yaşanan aynı duygunun mutlu edici gücü kalmaz ki.
Onun için. Geçmişten gelen bir düşüncenin zihninizde yer almasını engelleyin. Onun size söyleyeceği yeni bir şey yoktur.
Gelecekten gelen bir kaygı veya korkunun da zihninizde yer almasına izin vermeyin. Söyleyeceği hiçbir şeyin garantisi yoktur. İster olumlu ister olumsuz.
Yaşam anlıktır. Ne dünün geleceği var ne de yarının garantisi. Anın mutluluğunu ve kahkahasını “ya sürekli olmaz ise” deyip tahrip ederiz. Peki hangi şey sürekli ki?
Veya sürekli olan neyin anlamı vardır ki?
**
Mutluluğun da Mutsuzluğun da Kaynağı Kendi Zihnimizdir
İnsanın en büyük gafleti mutluluğu ve huzuru “sahip olmakta” aramasıdır. Oysa sahip olmak mutsuzluğun esas kaynağıdır.
Sahip olduğun her şey seni biraz yönetir.
İster çocuk sahibi ol, ister ev sahibi ol, ister bilgi sahibi ol.
Sahip olduğun şey seni yönetir, yönlendirir, kaygılandırır ve mutsuz eder.
Eşyalarla (masiva) ile ilişkimiz ve sahiplik bir “bağlılığa” dönüşünce mutsuzluk ve “kaygı” durumu hazır demektir.
Sahip olduğunuz şeyi “elinin tersiyle” itecek kadar olgun iseniz size kimsenin gücü yetmez. Sizi kimse tutsak edemez.
Ama sahip olduğunuz şeye “tapacak” kadar bir bağlılık içindeyseniz özgürlüğümüzü yitirmişiniz demektir.
Geleceğin korkusu kaybetme korkusudur. Sahip olduğunuz şeyleri kaybetmekten korkunca garantilemiş olmuyorsunuz. Eğer öyle olsaydı korkaklar çok uzun yaşardı. Oysa gelecek korkusu ölümü engellemez hayattan tat almayı engellediği için sizi her gün öldürür. Yani “korku ölümü değil yaşamı engeller.”

Paganların evrensel dili: Tarih Tapıcılığı Mustafa Çevik Milat, 10.06.2016

Paganların evrensel dili: Tarih Tapıcılığı

Mustafa Çevik 10.06.2016


İnsanlar tarihte bir kişiyi veya toplumu sevdiklerinde nedense onun hakkındaki bütün “iyi” duygularının birer bilgi hatta kesin bilgi olduğuna kanaat getirir.
İnsanın yanıldığı temel noktalardan biri de “İyi niyet” ile “Hakikat”i aynı sanmasıdır. Ama pekâlâ iyiniyetliler de yanılabilir değil mi?
İyi olabilirsiniz ama birçok konuda birçok hatanız olabilir. Sizin kendinizi iyi sanmanız sizin iyi bir insan olmanız için yeterli bir bilgi değildir.
Klasik “kalbim temiz” veya “halis niyet”ten salih amel yani doğru davranış çıkmayabiliyor her zaman.
Geçmişten öğrendiklerimizi genelde en doğru şey zannederiz.  İçinde büyüdüğümüz toplum bize bazı şeyler öğretir ve biz de onu “mutlak hakikat”miş gibi alıp hayatın her alanında kriter yapar ona göre her şeyi yargılar ve sorgularız.
Bu bilgi nereden gelmiş? Doğru mudur yanlış mıdır? Bunu düşünmek bile istemeyiz çoğu zaman. Düşünce tembelliği insanı sahip olduğu bilgiyi zamanla kutsallaştırmasına neden olur.
Hakikat bilgisinin bir ilkesi olmalıdır. İlkeyi tarihten çıkarmak yerine tarihte yaşanan tarihin o ilkeye uygun olup olmadığını sorgulamamız gerekir.
Aksi durumda tarihte yaşananları veya söylenenleri mutlak hakikat kabul etmeye çalışırız.
Tarihten öğrendiklerini “Allah'ın emri sanma” konusundaki şu uyarıya bir bakalım.
"Onlar bir kötülük işlediklerinde `Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır' derler. Onlara de ki; ,Allah kötülük işlemeyi emretmez. Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" (A'raf/28)
Başka bir ayet:                                                                        
Onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” (Maide/104)
Tarihi ve atalarımızın yaptıklarını sorgusuz ve on yargılı bir şekilde alıp kabul etmek insanı tarihi kutsallaştırmaya götürür kaçınılmaz olarak.
Unutmayalım tarih insan için bir ibrettir sadece. Esas olan ilkedir. Tarih ilke kabul edilirse hiçbir tarih tam olarak aktarılmadığı için ilkeyi hiçbir zaman yakalayamayız. Tarih biliminin ve tarihsel bilginin imkanı konusunu Tarih Felsefesi kitabımızda etraflıca anlattık.
Realist ve materyalist felsefe ekolünün takipçileri ilkeden hakikat keşfine gitmek yerine tarihten hakikat keşfine gitmeyi tercih ettikleri için kaçınılmaz olarak hakikatin değişkenliği sonucuna varmışlardır.
Bu da hakikatin göreliliğine ve giderek hakikatin buharlaşmasına ve inkarına sürüklemiştir bu felsefe çevrelerini. Örneğin adalet ilkesini bir ilkeden çok yaşanmışların “geçici durumları” olarak kabul eder bu çevreler. Oysa adalet eğer bir tanımlanmış ilkeolarak elinizde yok ise her türlü yanlışlığı zulmü “durumsal” olarak kısmen doğru ve haklı kabul etmeniz mümkün olabilir.
Yaşayan veya yaşamış olayları kutsamak insanı kaçınılmaz olarak tarih tapıcılığına sürükler. Tarih tekrar söyleyeyim hiçbir zaman net bir şekilde bu güne aktarılamadığı için ondan hakikat çıkarmak bizi tarihin mutlaklığına sürekler ve `Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır'  şeklinde “atalarından gördüklerini” “Allah'ın emri” sanmaya götürür.
Bu ataizm denilen bir tür paganizmdir.
Tabi ki bu paganist tutum sadece materyalist ve marxist çevrelerde yoktur.  Dindar çevrelerin de sıkça içine düştüğü bir yanlıştır. Esasen materyalist çevrelerde de olsa idealist veya dini çevrelerde de olsa bu özünde bir dini tutumdur.
Biyolojik veya sosyolojik olarak “ata” kabul ettiği toplumların yaptıklarını tartışmasız doğrular gibi alıp özümsemek çok yaygın bir modern dönem hastalığıdır.
Bu modern dönem hastalığından ne yazık ki Müslümanlar da etkilenmişlerdir. Soy ve mezhep milliyetçiliği Müslümanların kendi soy ve mezhep atalarının yaptıklarını tartışmasız hakikat olarak kabul etmelerine yol açmıştır.
Mezhep veya ırk milliyetçiliği “atalarının yaptıklarını” Kur'an'ın öğrettiği ilkelere göre yaşamak yerine, atalarının yaptıklarını “ilke” kabul edip Kur'an'ı bu ilkenin çerçevesiyle anlamaya ve yorumlamaya çalışmışlardır.
Bakıyoruz ki kavram Kur'an'dan alınsa da içi “ataların istediği” gibi doldurulmuştur. Başta “cihad” kavramı olmak üzere birçok kavramın bu şekilde ters yüz edildiğini görebiliriz.
Oysa bu çerçeve ters çevrildiğinde birçok kavramın ve anlayışın içinin boş olduğu veya tersyüz edildiği anlaşılmış olur.
Onun için atalarının tarihini ve öğütlerini din edinenlere yeniden bir çağrı yapmak lazım. “Ey iman edenler iman ediniz” (Nisa/136)

Erdoğan’ın Yeni Dış Politika Açılımı, Mustafa Çevik, Milat Gazetesi 01.07.2016

Erdoğan’ın Yeni Dış Politika Açılımı

Mustafa Çevik 01.07.2016


Rusya uçağı düşürülünce dün “eyvah yandık” ve “ne işimiz var Rusya ile” diyenler ile bu gün “gördünüz mü nasıl da özür dilediniz” diyen kişilerin aynı çevreler olması tesadüf değildir.
Aynı şekilde İsrail'e “one minute” ve “katil devlet” denince veMavi Marmara olayında Türkiye'nin artık dünyada işi zor diyenler ile bu gün İsrail'e teslim oldun diyen çevreler aynı kişiler olması da tesadüf değildir.
Dün hükumeti boyundan büyük işlere karışmakla suçlayanlar bu gün “çark” etmekle suçluyorlar.
Şimdi bu yaklaşımda bulunan çevreler dün mü yanlış yapıyordu bu gün mü yanlış yapıyorlar?
Aslına bakarsanız ikisi de yanlış. Dün ablukaya ve ambargoya rağmen Gazze'ye insani yardım götürmeye çalışan Mavi Marmara gemisine destek vermek, “one minute” demek nasıl doğru ise bu gün de dış politikada açılım yapmak o derece doğrudur.
Bir kere şunu unutmamak gerekir:
Birincisi anlaşmalar hasımlar veya karşılıklı sorun yaşayan taraflar arasında yapılır. Bir sorun yok ise devletler anlaşma yapmaya gerek duymazlar zaten.
İkincisi, kişiler ve uluslar arasında anlaşmalar karşılıklı taviz ve uzlaşı ile mümkündür. Yani tek bir tarafın isteklerinin kabul edildiği bir “anlaşma” söz konusu olamaz.
Üçüncüsü, devletler bir sorun yaşamış ise diplomasi bu sorunu ilelebet sürdürmek ve büyütmek değil çözümü için zemini yumuşatıp uzlaşmak zorundadır. Aksi durumda her komşu devlet bu gün veya geçmişte sorun yaşamıştır. Eğer sorunlar öyle veya böyle çözülmemiş olsaydı ticaret, seyahat ve kültürel ilişkiler askıya alınsaydı bu yürümezdi zaten.
O nedenle yapılan anlaşma her halükarda “cihanda barış” ilkesi gereği iyidir. Yeryüzünde kini değil barışı egemen kılmanın yolu budur.
Bu müzmin Erdoğan karşıtlığını bir yana bırakalım E. Mahçupyan'ın sığ eleştirilerini ve dün destekleyip haklı ve yerinde bulduğunu bu gün yanlış bulmasına ne demeli?
“Kabadayılıkla siyaset dış siyaset yapılmaz”, “halktan özür dilemeli” diyen Mahçupyan acaba şunu mu öneriyor? Rus uçağı hava sahası ihlali yapsa da Türkiye yine de müdahale etmemeliydi mi diyor?
Hayır tabi ki. 29 Kasım 2015 tarihli Akşam gazetesinde yazdığı yazıya bakalım. Şöyle diyor Mahçupyan:
“Son olayda iki uçak ihlal yapmamaları için 5 dakika süreyle uyarıldı. Bu uyarılar iki ülke arasındaki anlaşma doğrultusunda aynı anda Rus Hava Kontrol Merkezi'ne de iletildi. Nitekim IŞİD'e karşı koalisyonun yürüttüğü Doğal Kararlılık Operasyonu Sözcüsü Warren uyarıları kendilerinin de duyup süreci takip ettiklerini açıkladı. Ancak pilotlar Rus yapımı uçağın kime ait olduğunu söylemediği gibi, Rus Hava Kontrol Merkezi'nden de bir mesaj gelmedi. Yine de, sınır ihlali başladığında ilk uçağın geçip gitmesine izin verildi. Ancak ikincisi düşürüldü. Anlaşılan Rusya Türkiye'nin mütereddit kalacağını, zımni Rus egemenliğine azı geleceğini sanmıştı. Ama Türkiye'nin belirli bir eşik geçildiğinde ‘one minute' diyeceği açıktı.”
Ama bu gün kalkıp Erdoğan o gün kabadayılık siyaseti yaptı diyebiliyor Mahçupyan. Yani “dün dündür bu gün bugündür” ahlakı. Oysa o gün muhalefetin dışında kimse Türkiye'yi haksız bulmuyordu.
Hatırlayalım o günlerde basında “NATO Türkiye'ye kalkan oluyor!” başlıkları vardı. ABD zaten destek vermişti uçağın vurulmasına.
İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Twitter hesabından "Türk hava sahasına yönelik Rus ihlali hali hazırda çok riskli olan durumu daha ciddi hale getirmektedir. Bundan vazgeçmesi için Rusya Dışişleri Bakanlığına çağrıda bulunuyorum" mesajı verirken, İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Richard Moore da, "Rusya'nın Türk hava sahasını ihlali pervasız ve endişe vericidir. Birleşik Krallık ve diğer NATO müttefikleri, Türkiye ile omuz omuzadır" diye tweet atmıştı.
Tabi Türkiye basını ve muhalefeti ne yazık ki bu olayda bir İngiltere ve ABD kadar Türkiye'nin yanında olamadılar.
Bu gün de “o gün kabadayılıkla dış politika yaptınız bu gün anlaştınız” diyerek çiğliklerini ortaya koyuyorlar. Bu ya basiretsizliktir ya da samimiyetsizlik.
Türkiye o gün öyle davranması gerekirdi. Bu gün de gerginliği azaltıcı diplomasi yürütmek zorundadır.
Devletlerarası ilişkilerde duygusallık ve kan davası mantığı olmaz. Karşılıklı ulusal çıkarlar belirlemelidir ilişkileri. Rusya ve İsrail ile olan durum budur. Aynı barış açılımının hem içeride hem dışarıda olması gerekir.

DİNDARLIKTAN DİNİDARLIĞA Mustafa Çevik, Milat Gazetesi, 31.05.2016

DİNDARLIKTAN DİNİDARLIĞA

Mustafa Çevik 31.05.2016


Kimdir dini daraltanlar?
Dine karşı olanlar da dine sahip çıkan da dini daraltabiliyor. Sevmek insanı kör eder bazen. Önünüzü göremezsiniz.
Gördüğünüzün farkına varmazsınız. O yüzden “aşkın gözü kördür” derler.
Tabi sadece aşk değil nefret de körleştirir. Nefretten ve öfkeden “gözü kararır” insanın bazen.
Bu da nefretin körlüğüdür.
Her iki durumun ortak özelliği aklın duyguların kontrolüne girmesidir.
**
Dine karşı duygunuz veya niyetinizin iyi olması sizin doğru yapmanız veya inanmanız için yeterli değildir. Batıl ve yanlış düşünce içinde olanlar bazen samimi niyetle yanlışın içinde yaşamlarını tüketmişlerdir.
Ne tür durumlarda dindarlık dini darlığa dönüşür?
Cahillik başlıca nedendir. İlk duyduğu şeyi tek doğru sanmak en büyük cahiliye tutumudur.
Doğduğu çevrede edindiği şeyi tek doğru sayıp gerisini duymaya tenezzül etmemek dini darlık içine sokar kişiyi.
Bu bir “taklidi inanç”tır. Taklidi iman çocuklar için mazur ve makul kabul edilmiştir.
Çocukluk seviyesindeki inancıyla bir çok bilge insanı sorgulamaya kalkarsınız eğer tafsili inancınız yoksa.
Tafsili iman nedir? Gerekçelendirilmiş iman veya bilincinde olunan iman diye yorumlamak mümkündür.
**
Eğer ilk duyduğunuz veya öğrendiğiniz şeyi tek hakikat kabul ederseniz Allah'ın dinini bir cemaatin içine hapsedersiniz büyük olasılıkla.
Hasbel kader içinde bulunduğunuz tarikat, cemaat, cemiyet, mezhep veya siyasal yapı sizin bakış açınızı belirleyen tek pencere ise dinin evrensel mesajlarını kendi lokal, yerel ve kısır anlayışınız içinden yorumlarsınız.
Bu dini daraltmaktır. Dindarlık değil dini darlıktır işte.
**
Dini mezhep içine sığdıran mezhepçilerin tarih boyunca kardeş kanının dökülmesine nasıl sebep olduğunu gördük.
Çoğunlukla iyi niyetli dindarlık şeklinde ortaya çıkan bu anlayış önce farklı mezhep ve meşrepte olanları ötekileştirmeyle başlar. Sonra bütün insanlığı “öteki” statüsüne sokma ile sonuçlanır.
İnsanların “tanışması için farklı kabileler halinde yaratıldığını” unutur Allah'ın yaratılış amacına aykırı işleri “Allah rızası için” yaptığınızı sanmaya başlarsınız.
Böylece kendi kararınızı ve hükmünüzü Allah'ın hükmünün önüne koymuş olursunuz.
Bu seküler bir çıkış noktası değil tamamen dini bir çıkış noktasıdır aslında. Ancak varılan yer itibariyle  insanın kendini, ailesini, devletini veya çağının kabullerini “tanrılaştırması” gibi yeni bir meydan okuma şeklidir.
Dinin evrensel değerlerini anlamak yerine kendi lokal değerleri içini hapsetme girişimidir bu.
Dine uymak yerine dini yönetme girişimidir bu. Dinden beslemek yerine dini kullanmak ve suiistimaldir.
**
Din böyle yorumlanınca aslında dinlerin mesajı bütün insanlığa huzur verecek potansiyele rağmen aynı dinin içindeki toplumlara bile huzur yerine savaş ve çatışma nedeni olur.
Bu gün Müslüman gruplar, cemaat ve cemiyetlerin hangisi bir diğerine tam güven veriyor?
Bu soruya ne yazık ki “Müslümanlar bütün insanlara huzur ve güven verir” diye yanıt veremiyoruz.
Bırakın onu Müslüman cemaat veya örgütler diğer “mümin kardeşlerine” huzur verir de diyemiyoruz.
Hangi örgütlü dini yapının eline bir devlet gücü veya imkanı geçerse bakıyorsunuz ki kendi menfaati için kullanıyor.
Allah'ın adalet ismini ve emrini hatırlatınca da çok işe yaramıyor ne yazık ki.
Bu ayıp Müslümanlara yeterlidir.
**
Bir de sekülerlerin, laiklerin ve din karşıtlarının “dinidarlığı” vardır.
Onların da tersine işleyen bir anlayışı var. Onlara göre din kamusal alana veya değerler alanına taşmadan sadece dar bir alanda yaşamalıdır.
“Din fantezi durumunda kalmalıdır” şeklindeki bu anlayış dinin anlamının ve etkisinin daraltılması amacı taşıyan siyasal ve art niyetli bir anlayıştır.
Bu da din karşıtlarının “dinidarlığıdır.”
**
Radikallerin “ahkama,” hukuk ve yönetim kurallarına dini sığdırması da ayrı bir “dinidarlıktır.”

25 Haziran 2016 Cumartesi

MUTLULUK TEK KİŞİLİKTİR - MUTLULUĞUN FORMÜLÜ ÜSTÜNE,

MUTLULUK TEK KİŞİLİKTİR

 Mustafa Çevik





Derler ki biri Konfüçyus'a sorar: Ben mutlu olmak istiyorum, ne yapmalıyım?
Konfüçyus cevap verir: Önce "ben" demeyi bırak. Sonra "istemeyi" bırak mutlu olursun.
**
Evet bizi mutsuz kılan beklentilerimizdir, hayallerimizdir, ihtiyaçlarımız ve bağımlılıklarımızdır.
Eğer bir şeye bağlılık derecesinde ihtiyaç hissediyorsanız bu sizin huzursuzluğunuzun başladığı anlamına gelir.
Eğer siz bir şeyin hayatınız için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorsanız o şeyi kazanma hırsı veya kazandıysanız da kaybetme korkusu içinizi kemirir.
Bu ister bir mal olsun isterse sevdiğiniz biri veya çocuğunuz olsun sonuç aynıdır.
**
Büyük hayalleri olanlar mutluluğu ertelemiş kişilerdir.
Hayaliniz ne kadar "büyük" ise hayatı o kadar küçültmüş olursunuz.
Hayalin ve dolayısıyla hayale bağlı mutluluğun gerçekleşmesi için ne kadar çok şart gerekliyse hayal ve mutluluğa ayrılan alan o kadar daraltılmış ve zorlaştırılmış olur.
En doğrusu hayallere ve şartlara bağlı mutluluğun peşini bırakmaktır.
Şair Nesimi ne diyor:
"Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Hudadır kula minnet eylemem

Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem"

Genel anlamda kendimiz dışındaki olaylara, varlıklar ve insanlara bu çerçeveden bakmalı.
Ayağına gelip "Dile benden ne dilersen" diyen kral Büyük İskender'e "Gölge etme başka ihsan istemem" şeklindeki o tarihi cümleyi söyleme cesaretini Diyojen gösterebilmiştir. Bu sözü, mala, makama ve çocuğa tapanlar söyleyemez elbet.
**
Bağıl ve şartlı mutluluk hiç bir zaman gelmeyecek bir mutluluktur. En sevdiğiniz şeye veya kişiye ulaştığınız andan itibaren bu defa da onu elde tutamama kaygısı başlar.
Kaygılı hal mutsuz haldir.
O nedenle mutluluğu öyle bir şey üzerine kurmalıyız ki o şey hiç bir zaman bizi terk etmesin.
Veya terk ettiğinde de biz bunun terk ettiğini bilmeyelim.
Peki nedir bu şey?
Evet mutluluğun formülü olan bu şey bizim ayrılmaz parçamız olan "akıl"dır.
Akıl üzerine kurulan mutluluk kalıcıdır.
Akıl gidince de zaten mutsuzluk ve kaygı durumu söz konusu olamaz. Malum "Deliye her gün bayram."

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...