30 Temmuz 2017 Pazar

CAHİL KENT VE ERDEMLİ ŞEHRİN MİMARİ FARKI

Mustafa Çevik

CAHİL KENT VE ERDEMLİ ŞEHRİN MİMARİ FARKI

Mustafa Çevik
Cehalet ve erdemin kentteki yansıması her zaman nettir. Cahil kentler ve cahil kentin yöneticileri kenti imar ederken etik, estetik ve inanç değerlerini gözetmez. Gözettiği tek şey “ihtiyaç”tır. Maddeye, mekana, malzemeye ve tasarıma “satılabilir” piyasa değeri açısından bakar. İlkel teknoloji döneminde de böyle idi bu gün de değişmedi.
Ama erdemli kent ve erdemli kent yöneticileri kenti imar ederken önceliği etik, estetik ve inançsal değerlerin nasıl yansıtılacağına verir. Birincisi yani cahil kentte “kalkınma” merkezli kent ve imar yaklaşımı var iken erdemli kentte ise imar faaliyetinin her alanına “iyi”nin hakimiyeti ve yansıması merkeze alınır.
Cahil kentte mimari malzeme ve tasarım sadece bir nesnedir. Ama erdemli kentte mimari malzeme ve tasarım bir mesaj vermek üzere tasarlanır. Çünkü doğanın içinde yer alan her şey zaten kendi “lisan-ı hali” ile mesaj içermektedir. Bütün evren ve içindekilerin verdiği mesaj tevhid ve yaratıcıya itaat mesajıdır. Onun için tevhidi medeniyet ilkesinde mimari ve kent imarı tasarlanırken varlıkların mesajı korunmalı ve daha belirgin hale getirilmelidir.
Kentin bütün bir yaşam alanı bu minvalde tasarlanmalıdır. İnsan ilişkileri, alışveriş mekanları, eğlence mekanları, kütüphaneler ve dinlenme mekanları bu tasarımın dışında düşünülmemelidir. Bir beton yığını haline dönüşmemesi için kentin imar yapısı doğal haline yani yaratılmış duruma ve amacına uygun tasarlanmalıdır.
Doğada Var Olan Mesajı Gizleyen İmar
Doğada, dedik ki, Yaratandan yaratıcıya mesaj vardır. Bu mesajı imar ve mimari gelenek ile daha belirginleştirmek mümkün iken bu gün şehrin kendisi gibi insan da, mesaj da, anlam da hepsi betona gömülmektedir. Bu bir anlamda hakikati veya mesajı perdelemektir. Doğada insana verilmek istenen Yaratıcı mesajın üstünü örtmek bir çeşit inkarcılıktır aslında. Farabi'nin yaklaşımı ile böyle bir kent anlayışı aslında “cahiliye” kent anlayışıdır. Haktan ve hakikat mesajından uzak duran kent hakikati de gizleyip gömmüştür beton yığınına.
Eğer hakikat apaçık ise doğada onu gizlemek mimarinin ve şehir planlamacılarının işi olmamalıdır. Madem ki hakikat doğal haliyle anlaşılabilir bir şeydir o halde şehirler inşa ederken insan gibi hakikati de betona gömmeye hakkımız yoktur. Hakikat kentin mimari dokusunda da kendi varlığını koruyabilmelidir.
Bugün birçok insan şehrin imar yapısının getirdiği mimari, ses ve ışık kirliliği nedeniyle doğaya bir kez bile bakışlarını yönlendirmeye vakit bulamamaktadır. İşte bu aslında “hakikati gömen kent”ten başka bir şey olmamaktadır. Cahil kentin yapısı hakikati gizleyen, onu görmeyi engelleyen şeklindedir.
Erdemli kent ise insanın hakikati apaçık olarak gözünü çevirdiği her yerde, taşıdığı sanat ruhunun inceliğine bağlı olarak, görebildiği kenttir. Kent insanı eğitir dendiğinde kast edilen bu durumdur. Kentler, insanı cehalete doğru da eğitir erdeme doğru da. Mimari malzemede yer alan Tanrısal mesaj “kalkınma merkezli” kent anlayışı sayesinde yok edilmemelidir. İnsanın mimarı yoluyla hakikati talan etmesine izin verilmemelidir. Bunu yapan mimarları engellemek de erdemli yöneticilerin görevidir.

METAFİZİĞİ VE ANLAMI OLAN KENTTEN SEKÜLER KENTLERE

Mustafa Çevik

METAFİZİĞİ VE ANLAMI OLAN KENTTEN SEKÜLER KENTLERE 

Mustafa Çevik
Şehirler taşıdığı imar anlayışı ile insanı medeni bir varlığa dönüştürdüğü gibi rekabeti körükleyerek bir canavara da dönüştürebilir. Eğer kalkınma ve inşaat odaklı bir kent anlayışına sahip ise mimarlar mekanı ve yapıları sadece satılabilir değerler olarak görür. Daha çok para kazanmak için mekanı tasarlarken sadece işlevi göz önünde bulundururlar. Oysa kalkınma değil erdem odaklı bir anlayışta kentin insana yön verdiğinin bilinciyle mimari tasarım yapılır ve insanın var oluş amacı ve istikameti öncelikli ilke olarak alınır.
Çünkü şehir dönüştükçe insan da dönüşür.  Çünkü insana ve topluma yön veren şehirdir, şehrin imarı, planlaması ve tanzimidir.
Çünkü mimarinin kendisi de mimaride kullanılan malzeme de  sadece bir mal-zeme değildir. Anlamı, amacı ve mesajı olan bir varlıktır. Ondaki ruhu yakalayıp anlamlı hale dönüştürmek mümkün olduğu gibi öldürüp donuk bir maddeye de dönüştürmek mümkündür.
Şehir mekanın tanzimidir. Mekan “olunan yer” demektir, malum. Kane fiil kökünden türetilmiştir “mekan” kelimesi. “Kun” ilahi emri de aynı kökten gelir. Yani Yaradan “ol” (kun) diye emretti. Olacak yeri yani “mekan”ı da insan inşa etmelidir. Nasıl olmasını istiyorsanız insanın ve toplumun, mekanı da öyle tanzim edersiniz. İnsana yön veren onu terbiye eden şehirlerdir. Şehir yani mekan hayata anlam katmamızı sağlar eğer doğru bakarsak.  Şehirlere istikamet ve ruh veren ise o şehrin yerleşim şekli, planı, imarı ve mimarıdır.
Peki bir Müslüman kenti nasıl olmalıdır?
Her işinde olduğu gibi yaratanın emir ve yasakları mekanda, kentte ve şehrin dokusunda hissedilmelidir. Tevhidi düşünce kentin sokağına, caddesine, evin içine ve dışına yansımalıdır. Kent/gund eğer merkez ise o zaman merkezin bir metafiziği bir yaşam felsefesi olmalıdır.
Medeniyetin tevhidi kodları şehrin her yerinde hissedilebilmelidir. Madem ki kent insanı terbiye etmektedir. Şehrin ve şehirde yaşayan insanların terbiyesi rastgele ve sadece maddi ihtiyaçlara göre inşa edilmemelidir. Kentin maneviyatı “kalkınmaya endeksli” değil “medeniyet endeksli” olduğunda insanları doğru terbiye edebilir kent ve kent yaşamı.
Ne demek tevhid merkezli mimari ve kent? Ve nasıl olabilir?
Kent merkez demektir, dedik. Kentinizin estetiğinde ve mimarisinde tevhidolmalıdır. Tevhid yaşam tarzı olarak adaleti merkeze alan bir düşünce şeklidir. Adalette temel ağırlık dengedir. Denge gözetmeyen bir kentin halkı ne estetik ne de etik değerleri yaşatamaz. Adalet, eğitim, Pazar, sokak, mahalle ve eğlence ortamlarının tamamı tek kutsala göre şekillendirildiğinde tevhid ve medeniyet merkezli anlayış kentin mimari ve imar yapısına yansıtılmış olur.
“Peki, paganistlerin, farklı inançta insanların ve hatta ateistlerin tevhid medeniyetine dayalı mimari anlayışında durumu ne olacak, yok mu sayılacaklar?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Sözünü ettiğimiz medeniyet bütün farklı inanç grupların ve yaşam tarzlarının yer bulabileceği bir şehir ve yönetim anlayışı içerir. Bunun örnekleri çoktur tarihimizde. Bugün bile bir çok Müslüman kentte hala kilise, havra ve cami yan yanadır.
Ama benzer bir mimari BİRLİKtelik kültürü hiçbir Batı kentinde yoktur. Sicilya'daMüslümanların yönettiği zamanda yaklaşık iki yüz cami var imiş. Ama ben birkaç yıl önce gezmiştim neredeyse bir tane cami kalıntısı bile bulunmamaktadır hali hazırda.
Eğer bir kent ve mekan metafiziğiniz yok ise ne olur?
Eğer bir kent tasarımı ve metafiziğiniz yok ise var olana yani piyasanın emrettiği kent tasarısına tabi olmanız kaçınılmazdır. Tevhid çizgisini kaybeden kentlerin istikametini kaybedip piyasa paganizminin tekeline girmesi kaçınılmazdır. Piyasanın ihtiyaçlarına ve yönlendirmesine göre şekil ve yön kazanır kent imarı.
Mimari teknolojinin gelişmediği dönemde sadece barınma ve temel ihtiyaçlar için başvurulan bir araçtı. Daha sonra mimariye estetik, etik ve inançlar katıldı. Kültür coğrafi zorunluluk gereği zaten içindeydi yapıların. Bugün ise medeni toplumlarda estetik, etik ve inanç hala var. Ama bedevi toplumlarda bu üç şey kaybolmuş başa dönülmüştür. Sadece bir tür barınma ve zorunlu ihtiyaçlar için mimari yapılmaktadır. Mimari malzeme coğrafya gereği yine farklılık oluşturuyor. Ama etik, estetik ve inanç kimi toplumlarda neredeyse yok gibidir.
Dolayısıyla insan medeni yaşam tarzı ile birlikte kazandığı etik ve estetik değerlerini de yitirmiş bedevi dönemin bakış açısına ve mimari anlayışına tekrar dönmüştür.
Kentler sıradan ve rastgele oluşmuş seküler ve ticari maksatlı mekanlar diye düşünülmemelidir. İnsan birey olarak da toplum olarak da başıboş bir varlık değildir. Kent de toplum da kişi de anlamı, amacı ve istikameti olan varlıklardır. Kentin ve toplumun metafiziğini ıskalamak çağımızın en büyük sorunudur.

KENT RUHU VE KÜLLİYE

Mustafa Çevik

KENT RUHU VE KÜLLİYE

Mustafa Çevik
Kent kelimesi cent veya centrum kelimesinin Türkçeye aktarımıdır. Grekçedeki kantoin ve eski İngilizcedeki kentishsözcüklerinden tutun batı dillerinde onlarca versiyonu ve farklı kullanımı vardır. Ama hepsinin neredeyse ortak çağrışımı “merkez”iliktir. Bir şeyin merkezi, orta noktası veya etrafında dönülen yer gibi anlamlar içerir bu kelime.
Hatta Hint-Avrupa dil ailesinde bu kelimenin izini sürdürdüğümüzde bir çok İrani(Farsi değil) dildeki kend ve gund kelimesine dayandırılabileceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. O nedenle aslında bu gün halk arasında yapılan kentli ve gundi(köylü) ayrımının çok büyük bir ayrım olmadığı, aradaki farkın mahiyet farkı değil sadece derece farkı olduğu açıktır. Ancak bu farklı bir yazının konusudur, geçelim.
Kent denildiğinde yaşamın, ekonominin, yönetimin ve kültürün merkezileştirildiği alan diye tanımlayabiliriz. Bir yerleşim yerinde elbette merkezilik ve merkezden yönetmek ve yönlendirme düşünülebilir. Ancak burada iki şey gözden kaçırılmamalıdır:
Birincisi merkezin felsefesinin ne olduğu. İkincisi ise merkezi müdahalenin ne oranda olduğu. Yani özgürlüklerin ne oranda müdahaleye maruz kaldığı önemli olduğu gibi müdahalenin nasıl bir zihniyet ve niyet ile yapıldığı da önemlidir.
Mesela Hitlerci bir mantıkla faşist ve ırkçı bir yönelimle yönetimler merkezileştirileceği gibi kentin Farabi'nin ütopyasında tasarlandığı gibi erdemli yaşama yönlendirilmesi niyetiyle de merkezileştirilmesi mümkündür. Bu ikisi arasında çok büyük fark vardır. Biri kentin sömürülmesi ve suiistimali için merkezi yapıyı devreye sokarken öteki erdemli bir toplum tasarımı için merkeziliği devreye sokmuş oluyor.
Bu gün Türkiye'de ve dünyada kentler hangi anlayış ile “merkezileştirilmektedir” bunu düşünmek gerekir. Kentlerin bir istikamet ve ruh olmaksızın yönetilmemesi durumunda halklar giderek değerler ve inançlar bazında fesada uğrayacak, toplumsal kaos ve çözülme durumu kaçınılmaz olacaktır. Kentlerin mutlaka bir manevi istikamet ve ruh ile yönlendirilmesi gerekir. Bu istikameti belirleyecek olan “külli” bakış ve “külliye” mantığı olmalıdır. Kül kelimesi bilindiği gibi toplam ve bütün anlamlarına gelir. Bizdeki Külli İrade ifadesi İlahi irade anlamında halk arasında bilinen bir kelimelidir. Bu doğrultuda kent külliye ilişkisini düşünüldüğündü kentin bir “külli” ruh ile dönüştürülmesi ve yönetilmesi gerekir. Aksi durumda kent/gund sadece seküler ilişkiler ve ihtiyaçlar nedeniyle bir araya gelmiş dayanışma topluluğundan öteye gitmez.
Kültürümüzde kentlerin sadece seküler ihtiyaçlar ve ilişkiler nedeniyle bir araya gelmiş topluluk olarak düşünülmesi ve kentlerin böyle bir anlayış ile yönetilmesi düşünülemez. Mutlaka kentlerin bir istikameti ve ruhu olmalıdır. Bu da “külli ruh”tur denilebilir. Kişilerden, nesnelerden ve ihtiyaçlardan doğan küçük “cüz”lerin yönettiği kent mantığı aslında bir tür putperest kent anlayışıdır. Kenti yöneten “külli ruh” gözden kaçırılır ise eğer, seküler unsurların kutsanarak yüceltildiği ve yeni kutsalların üretildiği mekânlara dönüşür.
Kentin tasarımı ve yönetimi eğer, daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, salt estetik ve yarar ilkesine dayalı bir anlayış ile sürdürülür ise “iyi”nin ve “erdem”in ıskalandığı kentlere dönüşür. İnsan kendini başıboş bırakıldığını sandığında kenti sadece ekonomik amaçlar ve araçlar doğrultusunda dönüştürür. Onun için rahatlıkla denilebilir ki kent yönetimi ve tasarımı tamamen bir medeniyet tasavvuru ile ilişkilidir. Kentinizi nasıl yönettiğiniz sizin gelecekteki toplum ve medeniyet anlayışınızı da belirleyecektir.
Bu gün kente turist çeken bir belediye bununla çok övünebiliyor. Kentlerin kimliği denilince kenti özel kılan müzik, gastronomi, mimari, edebiyat vs. alanlarında öne çıkan görünümü akla geliyor. Elbette kentlerin kimlikleri önemlidir. Ama her kentin kendine özel kimliğinin dışında bir de bütün kentlerin sahip olması gereken bir “erdemli toplum” amacı olmalıdır. Bu doğrultuda yol alırken ne kent kimliği ne de “Unesco Yaratıcı Şehirler Ağı” gibi projeler bunun önüne geçmemelidir. Çünkü her ikisinde de temel amaç insan değil, mana değil, erdem hiç değildir. Bütün bu kent konseptlerinin ortak yönü kalkınma ve sürdürülebilir ekonomik ve ekonomik getiri gibi seküler ve her an değişebilir projelerdir.
Külli mantık ve külliye mantığı ile kente ve kentlilere daha yüksek hedefler konmalıdır. Bir arada yaşamanın tek amaca ihtiyaçları gidermenin kolay yolunu bulmak olmamalıdır. Bir arada yaşamanın temel amacı manevi kalkınma ve sürdürülebilir bir erdem ve ruh hali olmalıdır. Toplumlar ve kentler başıboş bırakılmamalıdır.
Kentin yolları, alt yapısı, kültür merkezleri, mimarisi, eğlence ve dinlenme mekânları tasarlanırken bu “sürdürülebilir erdem” gözden kaçırılmamalıdır. Mekân bilindiği gibi “olunun yer” veya insanın “olmakta olduğu yer” anlamına gelir. Olmakta olduğumuz yer, yani “mekân” tasarlanırken nasıl olmamız gerektiği de göz önünde bırakılmalıdır. “Bırakınız insanlar istediği gibi yapsınlar, olsunlar” demek serbest piyasanın ve liberalizmin fetişleridir. Bu söylemler salt özgürlük merkezli masum çağrılar değildir. İçinde yeni bir din ve yeni bir yaşam tarzı barındıran anlayışlardır. Kent tasarımını ve mekânı, olmayı bu piyasa fetişine bırakmak doğru değildir.

DİN ADAMLARINA VE İLAHİYATÇILARA ASIL SORULMASI GEREKEN SORULAR

Mustafa Çevik

DİN ADAMLARINA VE İLAHİYATÇILARA ASIL SORULMASI GEREKEN SORULAR

Mustafa Çevik
Yüzyıllardır din adamlarına sorulan sorular değişmedi. Şunu yapsak abdest bozulur mu bunu yesek oruç bozulur mu? Bu kadar basit sıradan bilgiler neden hala her fırsatta her din adamına ve her din adamı olduğu sanılan sakallı cübbeli sözde din adamlarına sorulur hiç düşündünüz mü?
Aslında cevabı çok basit. Çocuklar için yazılmış başlangıç ilhimalllerinde bile bulunması mümkün olan bu sıradan bilgilerin hala her vatandaşın her sene aklına takılıyor olmasının temelinde kitabi bilgiye ve kitabi yaşantıya ilgisiz olmamızdan kaynaklanıyor.
Bu halk okumayı değil dinlemeyi sever. Yazmayı değil konuşmayı sever. Hangi üniversiteye giderseniz hocaların çok büyük bilimsel sorunları kısa söyleşilerde masaya yatırdıklarını görürsünüz. Sözlü kültürde “mangalda kül bırakmayan” anlayışımız yazılı kültüre gelince ketumlaşıp birer “suskun”a dönüşüyor.
Dini ve felsefi düşüncede sorulan sorular, soruların sorulduğu toplumun derinliğini de yansıtır elbet. Bir toplumda hangi sorular soruluyor ise hangi konular konuşuluyor ise o toplumun medeniyet, bilgi ve görgü düzeyi de odur.
Sahip olunan din, felsefi düşünce ve bilimsel gelenek ne olursa olsun toplumun o dini veya felsefi düşünceyi algıladığı düzey önemlidir.
Toplumumuzda dinin derinlikli, hikmet içeren, insanı pişiren yakıcı soruları yerine palyatif, yüzeysel, başlangıç düzeyindeki soruların yüzyıllardır halk arasında sorulan tek soru tarzı olması dinin algılama düzeyinin kitabi kültüre uzaklığı ile izah edilebilir.
Onunu için din adamlarına ve ilahiyatçılara abdesti veya orucu bozan şeyler yerine asıl sorulması gerekenleri soralım diyorum.
Rastladığımız her yerde soralım. TV programlarında, konferanslarda söyleşilerde hatta vaaz kürsülerinde el kaldırıp soralım. Şaşırsın din adamları. Cami vaazlarının ve konferansların monolog olmak zorunda olmadığını anlasın. Kürsüde “ne anlatırsam gider” konforunun bir tür “israf” olduğunu anlasın.
Ne tür sorular soralım ki hocalar ve ilahiyatçılar konuşmaya başlarken daha dikkatli ve daha hazırlıklı olsunlar. Soruları sırayla soralım ama istediği sorudan başlamalarına izin verelim:
-Allah'ı inkar edenlere ateist deniliyor, Allah'ı kabul edip onu hayatına sokmayana da pratik ateist diyebilir miyiz?
-Çocuklukta anne babasını taklit edip inanan kişi büyüdüğü halde çocukluktaki gibi taklit etmesi onun imanına zarar verir mi?
-Mezhepleri bir kolaylaştırma ve ruhsat alanı saymak yerine mezhebi dinin önüne koyanları, mezhepçilik yapanları dine bid'at sokan kişiler olarak kabul edebilir miyiz?
-Sömürgecilere manevi sömürü alanı açan batılılaşmaya methiye dizmek caiz midir?
-Tasavvufu manevi iç yolculuktan çıkarıp siyasi ve ekonomik örgütlere dönüştürenlerin dindeki yeri ve hükmü nedir?
-Tasavvuf, mana, hikmet, irfan, gelenek, mezhep gibi kavramları yok sayıp dini sadece bir felsefi ideolojiden ibaret sanan mealcilerin hükmünü de söyleyin hocam.
-Haksızlık sadece kendisine yapıldığında bağıran bir mü'minin hükmü nedir hocam?
-Temel hak ve hukuka aykırı yasa çıkarmak veya o yasaları uygulamak, o yasalara sessiz kalmak dinen caiz midir?
-Eğitimde planlama yaparken sadece ekonomiyi ve rekabeti önceleyen ahlakı, erdemi ve değeri hiçe sayan anlayışın İslam'daki yeri nedir hocam?
-Kur'an ayetlerini işine gelince kabul edip işine gelmeyince de “tarihsel” deyip rafa aldırmak caiz midir hocam?
-Hem Buhari en güvenilir hadisçidir deyip hem de Buhari'nin hadis kabul etmediği sözü hadis diye anlatmak akla ve dine uygun mudur?
-Yanlış iskan, imar ve istihdam politikaları nedeniyle şehirleri yaşanmaz kılmak, yeşil alana, tarihi dokuya, kültüre ve kentin maneviyatına zarar vermek caiz midir?
-Kendi bilim ve medeniyet anlayışına sahip olmadan anglo-amerika merkezli sosyal bilim yöntemleriyle kendi kültürünü yorumlamaya çalışmak caiz midir?
-İslam dininin kapitalizme, liberalizme, özgürlüğe, kültürel ve biyolojik ırkçılık konusuna bakışı nasıldır?
-İslam'da serbest piyasa ekonomisi caiz midir?  Yani mesela insanlar ürettiği ve sattığı mala talep var diye istediği fiyatı koyabilir mi? Veya AVM'lerin küçük esnafı yutup ocaklarını söndürmesine sessiz kalmak caiz midir?
-Soru çalarak veya kumpaslarla işe girmiş kişilerin maaşı helal mi?
-Ölenin, öldürülenin, yaralananın, mağdurun ve muzlumun memleketine, hangi ülkenin vatandaşı olduğuna, inancına ve cinsiyetine bağlı olarak farklı tepkiler geliştirmek ve ayrımcılık yapmak dinde caiz midir?
-Müslüman ülkelerin kültür, eğitim ve sanat gibi alanlarını bırakıp sadece ekonomi üzerinden ilişki kurmaları caiz midir?
-Bu gün Müslüman ülkelerin zihinsel ve endüstriyel üretim yapamamalarının nedeni nedir sizce?
-Gelir dağılımında dengesizlik dinde caiz midir?
-TV'lerde Hak ve Hak'ikat odaklı söyleşi yerine coşku ve fon müziği odaklı söyleşi yapmak caiz midir?

AKADEMİK BAĞIMLILIK VE KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Mustafa Çevik

AKADEMİK BAĞIMLILIK VE KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Mustafa Çevik
 Genel anlamda bilimin özelde de sosyal ve beşeri bilimlerin dünya görüşünden bağımsız bir etkinlik olduğunu söylenemez. Her zihinsel etkinlikte olduğu gibi sosyal bilimlerin de inançtan, kültürden, coğrafyadan, tarihten, siyasal ve ekonomik hazır bulunmuşluktan etkilenerek şekillenirler. Sosyal bilimler hem yöntem hem de araştırma konusu bakımından bir paradigma ile şekillenmiştir. Belli bir paradigmaya sahip olmayan bir bilim adamı bilimsel olguları ve verileri bir araya getiremez bile der T. Kuhn.
Kendi coğrafyamızda 18 ve 19. yüzyıldan önce hiçbir bilimsel faaliyet, yöntem ve anlayışın olmadığını söylemek cehaletten başka bir şey değildir. Bugün gerçekleşmiş olan Avrupa'nın bilim ve teknoloji üstünlüğünün kadim bir üstünlük olduğunu sanmak bilimsel değil psikolojik bir duygudur sadece. Ne yazık ki Asya'nın özelde ise Müslüman toplumların uzun süre kendine ait bilim anlayışı olmasına rağmen bu bilim anlayışının paradigması için gerekli güncelleme yapılamamıştır. Bugün bilimi “hakiki mürşit” kabul eden anlayış sadece bilim alanında değil birçok değer alanında da aslında olgu temelli positivist yaklaşım ile tahribata neden olmuştur. Anlam dünyası dahil her alan bir “olgu” olarak verileştirilmeye çalışılmış olgulaştırılamayan alanlar da bilim alanı kabul edilmemiş bir anlamda terk edilmiştir.
Bu durum o kadar kötüdür ki İslam kültüründe yer alan teoriler kendisinden yüzlerce yıl sonra yazılmış Avrupalı teorilere benzerlikle meşruiyet kazandırılıyor adeta. Birçok bilimsel yöntem ve değerlerin bizim kadim kültürümüze benzediğini görünce mutlu oluyoruz. Bu kompleks ile bir çok alanda kendi değer ve kültür varlıklarımız seküler Avrupa bilim anlayışına entegre edilmeye çalışılmaktadır. Bugün bizde bir sosyal bilimcinin en mutlu olduğu an İngiliz ve Amerikan kaynaklarında ortaya konulan kavramlara ve kuramlara uyumlu somut benzerlikleri kendi kültürlerinde yakalamaktır. Kendi kültürümüzü, duygu,  sanat, ahlak ve inanç dünyamızı anlamak için Batıya öğrenci gönderiyoruz. Oraya gidip kendi kültürlerini çalışıyorlar. Yani konu burada, olay burada ama araştırma Batıda yapılıyor. Paramızla finanse ettiğimiz araştırmacılarımız Batıdaki araştırma merkezlerine kültürümüze ait verileri onların istediği ambalajda hazırlayıp veriyorlar. Para bizden araştırmacı bizden veriyi onlar alır. Tabi bize not verme onuru da onlarındır. Böylece iki şey elde etmiş oluyorlar eskiden büyük paralar harcayarak araştırmacı gönderip veri toplamaya çalışırlardı Doğuda. Bu gün bunu biz onlar için finanse ediyoruz. Elde ettikleri ikinci şey ise bizim kültür ve inanç dünyamız onların kavramsal şemalarıyla yapılandırılmış oluyor.
Böylece siyasal  olarak bağımsız olsak bile bilimsel ve akademik olarak Avrupa ve Amerika'ya bağımlı olmaktan kurtulamadık. Akademik bağımlılık bizi, hukuk, sanat, bilim, siyaset hatta din konusundaki anlayışlar konusunda onlara bağımlı hale getirmiştir. Bugün genel anlamda Doğu özelde ise İslam dünyasında üretilmiş herhangi bir siyasal, ekonomik, sanatsal, ve ahlaki teori yoktur neredeyse. Hatta Batıda üretilen kuramların yeni ve uyarlanmış versiyonlarına bile rastlayamıyoruz.
Öyle ki Sosyal Bilimler alanında yeni bir bilim anlayışı beklemeyi bırakın, gerekli bile görmeyen bir akademi anlayışı vardır İslam Dünyasında. Çünkü zaten 19 ve 20. Yüzyılda kurulan ulus devlet yönetimlerinin çoğu doğrudan veya dolaylı olarak sömürge valilikleri gibi çalıştı ülkelerinde. Tek hedefledikleri şey redd-i mirastı. Onlar için en iyi eğitim ve bilim modeli Batıdaki modeldir. Bunun için de iki şey yapılması gerekirdi: Bir oraya öğrenci göndermek, iki, oradan akademisyen transfer etmek. Her ikisi de yapıldı. Bu gün ortaya konulan bir sosyal bilim çalışmasının meşru bir çalışma sayılması için Doğulu akademisyenler Batılı meslektaşlarının onayına muhtaç hatta bağımlıdırlar. Bu bağımlılık aslında bir tür akademik emperyalizmi beraberinde getirmektedir.

Bugün akademide öğretmek, dikte etmek, ezberletip taklide yönlendirmek şeklinde bir eğitim anlayışı hâkimdir. Öğrencilere sürekli olarak okumaları önerilir ama düşünmeleri önerilmez. Oysa okumak kimi zaman da düşünmeyi engelleyen bir şeydir aslında. Eğitim sistemi yeni bir şey söyleme ihtiyacı hissettirmiyor öğrencilere. Ne ilk ve orta öğretimde ne de üniversitede. Ne de lisansüstü eğitimde böyle bir şey verilmemektedir. Bugün liselerde akademik başarı testlerdeki başarıya indirgenmiş üniversitelerde de akademik başarı makale sayısı ve sıralamasına indirgenmiştir. Türkiye'deki liselerin en büyük hedefi rakip liseler arasında sıralamadaki yerini yükseltmektir. Üniversitelerde de ne yazık ki bugün en büyük hedef, tek geçerli ve itibarlı bilim yapma şekli Batıda Avrupa ve Amerika'da öbeklenmiş sosyal bilim dergilerinin kriterlerine ve beğenilerine göre sıralamada yer kapmak. R. Guenon'un deyimiyle niceliğin niteliği egemenliğini yaşıyor insanlık. Metodolojisini ve kavramsal çerçevesini başka kültürden almış bir sosyal bilim anlayışının kalıplarıyla kendi kültür ve anlam dünyamızı şekillendirmek ve ambalajlamak kültürel dönüşüme ve yozlaşmaya hizmetten başka bir işe yaramayacaktır. Mevcut kültür politikalarını çöpe ata bir kültür rönesansı şart.

AKADEMİK BAĞIMSIZLIK OLMADAN SİYASAL BAĞIMSIZLIK HAYALDİR

Mustafa Çevik

AKADEMİK BAĞIMSIZLIK OLMADAN SİYASAL BAĞIMSIZLIK HAYALDİR

Mustafa Çevik
Genelde Asya toplumunda özelde İslam ülkelerinde bu günkü anlamıyla sosyal bilimlerin tarihi sömürgeciliğin tarihiyle aynıdır. 18. Yüzyıldan sonra oryantalizmin doğuyu keşif çalışmaları ile birlikte Avrupa merkezli sosyal bilim anlayışı genel anlamda Asya ülkelerini özelde ise İslam ülkelerini etkisi altına almıştır.
Çoğunlukla “modernleşme” adı altında medreseler, okullar ve diğer bilim kurumları bu bilim anlayışının etkisi doğrultusunda ya yeniden şekillendirilmişler ya da ortadan kaldırılmışlardır. Bu etki ve yönlendirme altında gerçekleşen dönüşüm sonucunda bizler yaklaşık 15 asırdır süren sosyal ve beşeri alanların araştırılmasında kullandığımız “usul” yerine daha çok yeni olan sosyal bilim metodolojilerini kullanmaya başladık. Böylece örneğin Kur'an'ı anlamak için kullandığımız “Tefsir Usulü” yerine “hermenötiği”, “Hadis”i anlamak için kullandığımız “Hadis Usulü” yerine tarihselciliği ve tarih metodolojisi kullanmaya başladık. Bu küçük örneğin benzerini bütün sosyal ve beşeri bilimlerde görmek mümkündür. Üstelik bu sadece bir yöntem değişikliği değil aynı zamanda bir zihniyet değişikliğine de yol açmıştır. Yani bilimsel bilgi elde etme yöntemleri değil bilimin amacı, çerçevesi ve meşruiyet kaynağı da dönüştürülmüştür. Çünkü Avrupa üzerinden Asya/İslam ülkelerine devşirilen yeni “sosyal/beşeri bilim” anlayışında Aydınlanma sonrası seküler bilim anlayışı vardı ve evreni, varlığı ve doğayı çok başka bir şekilde yorumluyordu. Onlar için bilimin amacı doğaya egemen olmak ve onu kontrol altına almaktı. Ama klasik İslam bilim anlayışında kutsalı ötelemek yoktu, evrene veya doğaya egemen olmak değildir amaç. Amaç evreni, doğayı ve insanı anlamaktı.  Biri bilimi “nasıl işliyor?” ve “nasıl elde ederim?” sorusunun yanıtı olarak yapmayı konumlandırıyorken öteki “neden böyle?” ve “neden bilmeliyim?” sorusunun yanıtı olarak bilim yapmaktadır. Onun için rahatlıkla denilebilir ki Avro-Amerika merkezli bilim anlayışının sömürgeciliğin bir doğal uzantısı olarak topraklarımıza ve zihin dünyamıza gelmesi sadece bir metodoloji değişikliği değildir. Aynı zaman da insan, hayat, doğa ve topyekun varlık dünyası konusunda bir paradigma değişimidir.
Bu dönüşümün sonunda devlet düşüncemiz, hak ve hukuk düşüncemiz, ahlak anlayışımız, bilgi ve bilim anlayışımız, insan ve değer anlayışımız neredeyse tamamen değişmiştir. Bütün dünyada gerçekleşen bu dönüşüm aslında bir zihniyet devrimidir. Bu zihniyet dönüşümü sonrasında ortaya atılan bilimsel teorilerin ve üretilen bilimsel bilginin Asya/İslam toplumlarının yapısıyla doku sorunu yaşaması beklenen olağan bir durumdu. Çünkü özünde inkâr, sömürü, ticaret ve araçsallaştırma yatmaktadır bu yeni bilim anlayışında, anlamak ve ibret almak değil. Bu dönüşümü 20. yüzyıl başında Alman ve İngiliz eliyle en belirgin ve en erken başlatan Müslüman ülkeler arasında Mısır, Türkiye, Hindistan, Afganistan ve Pakistan'dır. Endonezya, Filipinler ve Japonya'da ise Hollanda ve ABD eliyle bu dönüşüme öncülük edilmiştir.
     Günümüzde bu Avro-Amerika merkezli bilim anlayışı Asya/İslam toplumlarının bilim çevrelerini kuşatmış durumdadır. Bu toplumlar bilim üretmek yerine Avro-Amerika merkezli bilim çevrelerinin uydusu olmaya mahkûm edilmiş durumdadırlar. Onların çıkardığı dergilerin akademik kriterlerinin ve indeksleme kuruluşlarının uydusu olmuşlardır. Bu gün Asya/İslam ülkelerinde sosyal bilimler alanında yeni bir şey söylemek yerine Batılı ülkelerde söylenmiş olanların izdüşümlerini kendi ülkemizde aramak en büyük hedef olmuştur. Kendi ülkemizde bırakın yeni bir teknoloji veya yeni bir yöntem oluşturmayı yeni bir kavram üretme cesareti bile kalmamıştır.
Bu bağımlılıktan ve tutsak edilmiş zihin yapısından kurtulmanın yolu kendimize dönmektir. Kendi kültürümüzü, tarihimizi bir paradigma oluşturmak için yeniden okumalıyız. Keşf-i kadim ile yola çıkıp nazm-ı cedid yapmalıyız. Kendi kültürümüze yabancılaşmışlık haline son vermenin tek yolu ifadesiyle  “akademik emperyalizm”e son vermektir.
Peki bu nasıl olacaktır? Öncelikle yapılması gereken şey bu konuda farkındalık oluşturmaktır. Tarihin her döneminde “bilim” anlayışlarının ideolojiden ve dünya görüşünden bağımsız olmadığını ve her bilim anlayışının beraberinde  bir yaşam tarzı ve inanç sistemini kendi paradigmasıyla birlikte getirdiğini yeni nesillere anlatmakla bu konuda duyarlılık oluşturulabilir. Bu konuda Sosyal Bilimler Liseleri önemli bir zemindir. Bu zeminde  yeni bilim anlayışlarının ve yeni bakış açılarına sahip bilim insanlarının ortaya çıkması mümkündür. Bunun için de Sosyal Bilimler Liselerinin müfredat ve ders isimlerinde ciddi bir revizyona ihtiyaç vardır. Akademik emperyalizmi aşmanın yolu eleştirel düşünce kültürüdür. Eleştirel düşünme kültürünün gelişmediği yerden bilim beklemek zaten mümkün değildir. Bunun için de ilkokuldan liseye ve üniversiteye bu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir.  
Ancak ne yazık ki hem Fen Liseleri hem de Sosyal Bilimler Liseleri siyasal otoriteler tarafından bilimsel kaygılarla başlatılmış projeler olmalarına rağmen bu gün geliştirilmiş birer dershane sistemine dönüşmüştür. Ne Fen Liselerinde öğrenci laburatuara araştırmalarına ne de Sosyal Bilimler Liselerinde öğrenci teori tartışmalarına yönlendirilir, her ikisinde de daha çok test çözmek en büyük hedef olarak verilir.

13 Temmuz 2017 Perşembe

'Türkler neden felsefe yapamaz?'

'Türkler neden felsefe yapamaz?'

 Mustafa Çevik | TİMETÜRK | 


Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkçe ile felsefe yapılamaz” deyince millete eleştirmek için gün doğdu. Kimi Erdoğan’ın daha eski beyanlarını gündeme alıp çelişkilerini ortaya koymaya çalışırken. Kimisi de “biz Türkçe felsefe yapıyoruz o bilmiyor” dedi. Kimisi de “sen zaten felsefeyi sevmezsin ki” dedi.

Bir politikacının felsefenin veya her hangi bir bilimin temel sorunlarından ve tarihinden o alanın uzmanları gibi teferruatlı bilgilerden haberdar olması mümkün değildir, beklenemez de.
 
O halde Cumhurbaşkanının Türkçe ile felsefe ilişkisini bize göre bir uzman görüşü gibi değil de şöyle anlamak daha doğrudur: Türkçede bir felsefe geleneği oluşmamıştır veya filozofu yoktur. Bize göre de esas sorun budur felsefe camiasında. Kaldı ki bu sorun diğer bilimler için farklı değildir. Eczacılık, tıp, din, hukuk vs. alanları çok mu farklıdır? O nedenle esas sorun,“neden bu günTürkiyenin bir filozofu yoktur?” sorunudur.Örneğin bizim seküler çevrelerin beğenmediği İran’ın bu dönemde yaşamış/yaşayan kendine ait teorisyenleri vardır. Şeriati, Sürüş ve Nasr gibi.
 
Teorinin ne olduğundan, onu beğenipbeğenmediğimizden çok kendi iç tutarlılığı olan pozitif bilim veya sosyal bilimlerde dünya çapında varlık göstermiş bir teorisyenimizin olmayışıdır acı olan. Acı ve gerçek olan burasıdır.
 
Hadi diyelim ki Türkiye’deki  dindarlarMurat Belge’nin dediği gibi Gazali’ninbıraktığı olumsuz etkiyle felsefeye düşmanlık edip felsefe ve filozof çıkarmadılar.
 
Çünkü Murat Belge’nin deyimiyle felsefe yapmak Erdoğan’ın hoşuna gitmezdi. Çünkü “Örneğin “Kur’an-ı Kerim bizzat Allah’ın tebliğ ettiği Kelâmı” değildir, denmesine razı olması epey uzak bir ihtimal”di. (Murat Belge, t24.com.tr, 28 Aralık 2014)

Sanki felsefe yapmak bir tek Kur’an inkarıyla mümkündür. Sanki felsefe yapmak bir tek ateistçe mümkündür. 

Türkiye’de felsefe hakkındaki en bilindik batıl inançlardan biri de Murat Belge’nin ortaya koyduğu bu dogmadır. Oysa felsefe yapmanın bin bir çeşidi vardır. Bunlardan biri de ateizmdir. Batıdaki veya doğudaki düşünürlerin hepsinin ateist olduğunu o nedenle felsefe yapmak ancak Tanrı inkârıyla (M. Belge’ye göre Kur’an inkarı ile) mümkün olur demek ancak bizdeki fanatik sekülerlerin ve fanatik dindarların bakış açısıdır.

Diyelim ki Erdoğan ve onun gibi inananları “felsefe yapma”ktan alıkoyan Kur’anı veya Allah’ı inkâr etme korkusudur. Felsefe için böyle bir şart varsa tabi.

Peki Kur’anı veya Allah’ı inkar etmeyi sorun etmeyen seküler çevreler neden felsefe yapmadılar? 

“Biz Türkçe felsefe yapıyoruz ama o bilmiyor” deyince sormamız gerekiyor tabi ki? Mesela kim biliyor? Türkiye’nin felsefesinin ve felsefecilerinin kerameti kendinden menkuldur. Dünyada varlık göstermiş bir felsefe teorisi var mıdır? Neden Almanlarda, Fransızlarda, Afrika’da bu gün yaşayan bir dünya teorisyen var da Türkiye’nin neredeyse yüz yıllık cumhuriyet kültüründe böyle birileri yetişmedi. Hadi Osmanlı’yı Gazali engelinden dolayı felsefe yapmadı diye düşünelim.
 
Klasik söylemdir. Aya çıktınız da biz mi izin vermedik? Neden kendi felsefe yapma becerinizdeki eksikliği dindarlara veya bin yıl önce yaşamış ve sizin için bir anlam ifade etmeyen Gazali’ye yüklüyorsunuz?
 
Felsefe ile uğraşmak, öğrenmek veya öğretmek ile felsefe yapmak ayrı şeylerdir. Felsefe yapma eyleminde özgünlük esastır. Ama felsefe metinlerini veya felsefi düşünceleri öğretmek, aktarmak veya tartışmak her dilde öyle veya böyle bir oranda mümkündür. Osmanlıca’da da Türkçe’de de (öz-Türkçe) sıkıntılar da avantajlar da vardır.

Esas sorun şu ki, felsefe yapmak için bir kültürel zemine sahip olmak gerekir. Bu da devletlerin kültür politikalarıyla mümkündür.

Tarih boyunca felsefe ile bilimsel gelişme arasında hep paralellik olmuştur.

O nedenle denilebilir ki felsefe yapmak ne din ne de dil meselesidir. Felsefe yapmak zihniyet meselesidir. Fanatikler ateist de olsa dindar da olsa felsefeye karşı dururlar. Ama en kötüsü felsefe ile meşgul olanların bunu felsefe yapma olarak görmeleridir. Çünkü felsefe memurluğu ayrı felsefe yapmak ayrı şeylerdir.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Felsefe, Mü’min ve Kâfir

Felsefe, Mü’min ve Kâfir

 Milat Gazetesi  28.10.2016

Hem dindar kesimden hem de  dinsiz kesimden (materyalist ve seküler) bir çok insan hikmet ile felsefenin farklı şeyler olduğunu ileri sürer. Elbette gerekçeleri ve duyarlılıkları farklıdır. Ancak bize göre hikmet felsefe değildir diyenler genelde bir ön yargıdan hareket ederler. Ön yargı şu: hikmet bir şeklide din ile, İslam dini ile, ilişkili iken, felsefe daha çok din dışı bir alandan hareket etmektedir diye düşünülür.
Gerçekte böyle midir? Felsefenin dinle ilgisi yok mudur? Veya hikmet salt dini bir tarz mıdır? Bu soruları yanıtlamak için başlangıç olarak kelimelerin anlamından hareket edelim.
Hikmet sanıldığı gibi “Allah'ın hikmeti” deyimindeki dar anlamıyla “Allah'ın kastı ve amacı” şeklinde bir anlama sahip değildir sadece.
Bu belki hikmet kelimesinin anlamlarından biridir. Esas anlamı bir konudaki esas ve genel bilgi, ardındaki nihai doğru veya hakikat demektir. Buna göre bir şeyin ardındaki esas bilgiyi yani varlıkların barındırdığı hakikati merak etmek de hakikat ve doğru bilgi sevdasıdır.
Nitekim Peygamberimizin “Allah'ım bana eşyanın hakikatini öğret” diye dua ettiği rivayet edilir. Mevlana bu duayı şöyle yorumlar: “demek ki eşya göründüğü gibi değil.” Zaten eşya/varlıklar duyular tarafından “nasıl algılanıyorsa öyledir” şeklindeki anlayış sadece yobaz materyalistlerin dışında kimsenin ileri sürdüğü bir şey değildir. Oysa biliyoruz ki nesnelere ait her türlü algımız görelidir. Zaman, konum ve ışık değiştikçe o algının öyle kalması imkânsız gibi bir şeydir. Bu durumda ya varlıkların kesin bilgisi mümkün değildir diyeceksiniz ya da başka bir yönteme başvuracaksınız.
Eğer varlıklar göründüğü gibi değildir dersek bu doğrudan duyuların sağlıklı bilgi aktarmadığını, onları anlamak için rasyonel analizlere muhtaç olduğumuzu ve ayrıca varlıkların salt fiziksel olmadığını söylemek anlamına gelmektedir.
Böyle bir durumda varlıkların ardındaki asıl bilgiyi merak etmek hikmet oluyor. Bilginin aslını merak etmek ve elde etmeye çalışmak için çaba sarfetmek de hikmet sevgisi oluyor. Hikmet buradan anlaşıldığı gibi Yunanca sofia anlamında ise onu merak etmek de philo olmaktadır. Böylece philo-sofia denilen ikili kavram varlığın ardındaki nihai bilgiyi yani hakikat bilgisini merak etme duygusu anlamına gelir.
Bunları düşününce felsefe ile hikmetin aslında birbirinden çok farklı olmadıklarını görüyoruz. Çünkü her ikisi de esas bilginin ve hakikat bilgisinin keşfi ile ilgilenmektedir.
Belki denilebilir ki Hikmet salt dinidir felsefe ise her hangi bir dine bağlı değildir. Bu apaçık bir yanılgıdır: şöyle ki İslam kültüründe varlıkların esas bilgisini elde etmek için uğraşmak zaten dini bir şeydir. Çünkü hakikatin ortaya çıkmasını istiyorsun. Bu da hakikatin üstünü örtenlere karşı mücadeledir aslında. Bilindiği gibi İslami terminolojide küfür “hakikatin üstünü örtmek” demektir. Yani “hakikat”i redd değil hakikati bile bile inkar demektir. Bu anlamda hakikat bilgisi ortaya çıksın ve bilinsin diye çaba sarf etmek “kötü”ye ve küfür sistemine karşı mücadele etmektir. Çünkü hakikat olan aynı zamanda “iyi”dir etik anlamda. Ve “yanlış” olan aynı zamanda kötüdür. Dolayısıyla hakikatin inkarına dayalı relativist düşüncelerin (sofist anlayış, postmodernizm vs.) “iyi” ve “kötü” iddialarının da olmaması bir tesadüf değildir. Onlara göre “her şey gider” yani her şey geçerlidir, kendince doğrudur, iyidir veya hakikattir. Nitekim inkarcıların, yani relativist ve pur kuşkucu anlamında, bir adalet tanımı ve ilkesi de yoktur. Adalet de her değer gibi toplum içinden üretilmiş bir boş aldatmacadır onlar için.
Ancak şunu da unutmamak gerekir.Hakikat bilgisi ortaya çıksın diye kuşkulu tutum içinde olmak hakikat bilgisine olan tutkudan kaynaklanır, inkar değil. Ama hakikati inkar anlamındaki yaklaşım epistemolji kadar etik bir tutumdur aynı zamanda.         

Bilindiği gibi İslam dininde küfür/kafir cehalet/cahil ismiyle tanımlanır. Bu durumda kişi eğer hakikat bilgisi ortaya çıkmasın diye çabalıyorsa bilinsin ki İslam dini bunu cahiliye tutumu yani hakikat düşmanı olarak kabul eder.
Eğer buradaki üstü örtülen hakikat yalnızca Allah'ın varlığı hakikatidir denilirse bu yanılgıdır. Çünkü burada cahil ile cahil olmayan kişiler arasındaki fark sadece Allah'ın varlığını kabul ve redden ibaret değildir. Bu aynı zamanda bir yaşam tarzı ve hayatın her alanına karşı takınılan tutumdur. Ya hikakatin tarafında yer alan ve onu ortaya çıkarmak için uğraşanlardan olursun ya da şerrin (yanlışın, hilaf-ı hakikatin) yanında yer alırsın.
Tabi hakikati bulmak için yola çıktığını söyleyen herkes hakikati bulmaz. Kimisi de içinde bulunduğu zindanlara ve zaaflara yenik düşer. Bu gaflet ve dalalet durumudur işte.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...