28 Mart 2016 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN SOSYAL BİLİM POLİTİKALARI-1 SEKÜLER MEDENİYET ÇIKMAZI.Milat Gazetesi, 29.03.2016

TÜRKİYE’NİN SOSYAL BİLİM POLİTİKALARI-1

Mustafa Çevik  Milat Gazetesi, 29.03.2016


SEKÜLER MEDENİYET ÇIKMAZI

Avrupa'ya ve Amerika'ya yüksek lisans ve doktora için öğrenci göndermenin anlamı en yalın anlamıyla şudur: Orada bilim gelişmiştir, bizde gelişmemiştir. Bizim oraya uzman göndermemiz gerekir ki oradan uzmanlar yoluyla alınan bilgilerle “muasır medeniyet” seviyesine çıkalım. Temel hedef “bilgi ve teknoloji transferi”dir.
Seküler Cumhuriyet projesi olan “yönü Batı'ya dönük olmak” konsepti Osmanlının yenileşme hareketleriyle birlikte başlamış ve günümüzde zerre değişiklik olmadan sürmektedir. Normalde Özal ve Erdoğan liderliğinde Türkiye'de bir paradigma değişikliğine gidildiği söylenebilir. Sumuel Huntingtun Türkiye'de Osmanlı'nın son döneminden miras alınan üç kıblesinin olduğunu söyler. Bunlar Mekke, Taşkent ve Brüksel'dir. Bilindiği gibi bu üç kent “Üç Tarz-ı Siyaset”in, sırasıyla, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılığı temsil eden kentlerdir. Cumhuriyet rejimi Türkçülüğün/Turancılığın ve Batılılaşmanın senteziyle yürütülen bir projeydi. Türkçülük meşruiyet referansı olarak kullanılıyordu. Batılılaşma ise Yani klasik “Batılılaşma” serüveninin bu dönemde bir oranda dönüştürüldüğü söylenebilir. Yani Batılılaşma ve Türkiye'de sermayenin dağılım şekli ve merkezleri, eğitim anlayışı ve çok sayıda sosyal politikalarda değişiklik olduğunu görmek mümkündür bu dönemde. Özal ila başlayıp Erdoğan ile devam eden “Anadoluluk” anlayışı ve eğilimi birçok alanda farklı düşüncelere, tutumlara ve yatırımlara neden oldu. Bu iki lider ile birlikte Türkiye'nin yönü her ne kadar Batı'ya dönük kalsa dahi bunun bir teslimiyet ruhu içinde yürüdüğünü söylemek zordur.
Cumhuriyet kurulduğunda üzerine bina edildiği Türkçülük/Turancılık ve Batıcılığın karşısında olan her şey devletin resmi politikasının dışında sayıldı, karşı çıkıldı hatta yasaklandı. Örneğin İslam dininin her türlü düşünce, değer ve medeniyet anlayışı dışlanmış ve din eğitimi Tevhid-i Tedrisat ile yasaklanmıştır. Benzer şekilde Türkçülüğün/Turancılığın karşısında yer alan Kürtler de Kürt kültürü de yok sayılmıştır. Buna benzer birçok alanda Özal ve Erdoğan ile birlikte zihniyet dönüşümüne gidildiğini rahatlıkla görebiliriz.
Ancak bütün bunlara rağmen devletin değişim yapmadığı veya yapmayı düşünemediği bir şey vardır. O da bilim anlayışıdır. Osmanlı son döneminde Batı'ya özellikle Fransa'ya gönderilen ve jön Türkler olarak isimlendirilen öğrenciler aslında bu dönemde de olduğu gibi “bilgi ve teknoloji transferi” için gönderilmişlerdir. O dönemde olduğu gibi ilk başta söylediğimiz ön kabul, yani Batı'da bilgi ve teknoloji vardır ve onu ülkemize getirmek için oraya öğrenci göndermeliyiz anlayışı hala bu gün de devam etmektedir.
1961'den sonra yurt dışına öğrenci gönderme şeklinin Kalkınma Planına dahil edildiği görülüyor. Her Kalkınma Planında yurt dışına öğrenci göndermek için ayrılan bütçe ve belirlenen sayının ve programın yetersiz olduğu ve hedeflenen amaca ulaşılamadığı vurgulanmıştır. (Bak. Tuzcu, 2003)
Yüksek maliyetlerle finanse edilen öğrenci gönderimi olayının çoğunlukla Kalkınma Planlarındakine benzer çok da planlı yapılan bir iş olduğu söylenemez. Çünkü hangi öğrencinin nereye gideceği ve ne okuması gerektiği Türkiye'nin ne tür bir bilim anlayışının peşinde olduğu gibi sorulara yanıt verecek bir planlamanın yapıldığı bu gün bile söylenemez. Sadece branş itibarıyla ihtiyaç belirtilir ve o branşta “bir adet öğretim üyesi” olmanın dışında pek bir amaç belirtilmez. Burada ihtiyaç olan istihdam mukabilinde bir hocadır sadece. Ne üniversiteler, ne YÖK ve ne de Milli Eğitim Bakanlığı bilimsel bir projenin veya anlayışın çerçevesinde yapılan bir planlama doğrultusunda ihtiyaç belirlemez. O nedenle gönderilen öğrencilerin rast gele bölümlere gittiği ve bazen neredeyse keyfi olarak alan değiştirildiği sıkça görülen bir durumdur. Mesela teknoloji transferi konusunda güneş enerjisi sisteminde uzman olmak üzere falan üniversitenin filan bölümüne gönderilmek üzere şeklinde yüzeysel bir planlama bile yapılmamaktadır çoğunlukla. Böyle bir planlama yapılmadığı takdirde öğrenci gönderiminin çok da bilimsel bir etkinlik olduğu söylenemez. Böyle plansız bir belirleme olsa olsa sadece akademik kadro tahsisli bir yatırım olarak düşünülebilir.
Yurt dışına gönderilen öğrencilerin neredeyse yarısı çoğunlukla sosyal bilimler alanında lisans üstü eğitim için gönderilmektedir. İstatistikler genel olarak buna yakındır. Üstelik bir şekilde seçilmiş başarılı öğrencilerin yurda dönüşü de problemli. İstatistiklere bakıldığında neredeyse yüzde ellisinin yurda dönmediği görülüyor. (Bak. Tuzcu, 2003)
Bu yazının esas konusu sosyal bilimler alanında uzmanlık ihtiyacı için Batılı ülkelere öğrenci gönderilmesinin anlamı ve misyonu olacaktır. Yurt dışına öğrenci göndermenin, yukarıda söylediğimiz gibi, iki temel amacı olabiliri: birincisi teknoloji transferi, ikincisi ise bilgi transferidir. Her halde olsa olsa sosyal bilimler için gönderilen öğrenciler ile amaçlanan şey bilgidir. Bilgi transferi teknoloji veya teknoloji bilgisi transferinden farklıdır. Örneğin biyoteknoloji, iletişim teknolojileri, yeni malzemeler, uzay ve nükleer teknoloji gibi alanlarda teknoloji ve teknoloji bilgisi transferi için öğrenci göndermek ile örneğin ahlak, din, tarih gibi sosyal bilim alanları için öğrenci göndermek her halde farklı anlamlar içerecektir. Bunun için sosyal veya beşeri bilimler için öğrenci göndermenin misyonu yazının başında belirttiğimiz gibi doğru bilgi Batı'dadır ve onu almalıyız şeklinde düşünmek çok anlamlı değildir. Çünkü o tür bilimlerin içeriği ve yöntemi ideolojik ve inançsal paradigmadan arındırılmış olamaz. Yani sosyal bilimlerin çoğunlukla bulunduğu kültürün etkisiyle şekillendiği kimse tarafından inkar edilen bir durum değildir zaten. Kaldı ki bilim üzerine kurulan çok sayıda teori deneysel bilimlerin de çağının ve toplumunun bir şekilde etkisi altında olduğunu ileri sürer. Herkesin kendi ön kabullerine sahip olduğu varsayımıyla hareket ettiğimizde Batı'ya “bilgi” transfer etmek üzeri gönderilen öğrencilerin kendi kültürel yapısını ve ön kabullerini Bat'nın kültürel yapısıyla dönüştürmeye yönelik bir girişimde bulunduğumuzu unutmamalıyız. Peki gerçekten bilimler özelde sosyal bilimler ön kabullere ve kültürel etki altında şekillenmeye mecbur mudur? E. Rothacker bu konuda çok daha net ve keskin bir dil kullanır. Ona göre: “her yaratım belirli bir çağa aittir ve coğrafi olarak belirli bir mekanda bulunur. Onun üretici eylemi kaçınılmaz olarak perspektiflidir. Bir merkezi yere, bir kalkış noktasına sahip olmak ile bir perspektife sahip olmak zaten aynı şeydir… (insan) yaratmada daima bir merkezi yere, bir kalkış noktası- na, bir perspektife sahip olmak zorundadır… şüphesiz insan, belirli sınırlar içinde ve bir iç tehlike olmaksızın perspektiflerini pekala değiştirebilir. Ama o her zaman ancak bir perspektif içinde eyler ve yaratır” (Rothacker, 1990: 57). Rothacker perspektivizmin sadece sosyal bilimlerde değil deneysel bilimlerde de kaçınılmaz olduğunu düşünür. Şöyle: “bilimin nesne dediği şey, aslında görülmüş değil, öngörülmüş bir şey, kısacası bir X'tir. Dolayısıyla bilimin de facto nesne dediği şey de, belirli görüsel perspektiflerin altında saptanmış olan bir şey olmaktan kurtulamaz. Bunu saptadığımız anda, bilimin perspektiften bağımsız bir nesneden söz edebilmesinin, ancak, aynı bilimin yaşamın ve görünün dışındaki bir noktadan hareket ettiğinin kabulüyle mümkün olacağı açıktır. Bilim adamı nesne karsısında önce bir gözlemcidir. Bu demektir ki, o nesne ile arasına bir mesafe koymuş- tur. Dolayısıyla o nesneyi yalnızca kendi görüsü içinde gözlemekle de kalmaz; üstelik somut görünün dışında ve üstünde olan bir düşünücü bilme etkinliğine de başvurur. Demek ki o da, ilkece, yaşama praksisinin içinden hareketle bu praksisin dışından çıkmaktadır” (Rothacker, 1990: 57-58).
Bu çerçeveden bilimlerin kültürden ve medeniyetten bağımsız şeyler olduğunu söylemek zordur. Bilimler, özellikle sosyal bilimler, kaçınılmaz olarak içinde doğduğu kültüre ve medeniyete dayalı ön kabuller içerir. Bu durumda haliyle şu soru akla gelmesi gerekmez mi? Modern dönemin aydınlanmacı anlayışın devamı olan seküler yaşam tarzı Batı'da öğrenilecek veya oradan transfer edilecek bilimin kodlarında yer almayacak mıdır? Eğer bu soruya evet diye yanıt verilecek ise kuşkusuz ardından “'bütün evreni ve içindekileri' teist perspektiften okumayı emreden İslam kültürü ile bu seküler kültürün bilimi aynı olabilir mi?” sorusu doğal olarak önümüze gelecektir.
Eğer aynı değil ise seküler ve insan merkezli medeniyet üzerine kurulu bilimi transfer ederken Tanrı merkezli medeniyeti silmeye hizmet etmiş olmaz mıyız? Madem ki Batı bilimi Rönesans sonrasında insan yaşamında Tanrı merkezli ne varsa çıkarmaya çalışmış. Madem ki insan her şeyin ölçüsü kabul edilmiştir. Ve madem ki hukuk, ahlak, din, sanat ve edebiyatın temeline sadece insan konulmaya çalışılmıştır. Bütün yaşam alanını insanın yaratısı ve ürünü kabul eden bir varlık ve medeniyet anlayışına sahip olan kültürü ve ona dayalı bilimi transfer etmek, teknoloji hariç, toplumumuzda var olan değerleri yok etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Batı'ya gönderdiğiniz öğrenciler eğer aldığı eğitimin temelinde insanı, aileyi, toplumu, devleti, ahlakı, hukuku ve benzeri bütün anlam dünyasını şekillendiren seküler bir bilim anlayışıyla donanıp gelecek ise bunun anlamı bizim sahip olduğumuz bu alanlardaki değerleri dönüştür demekten başka ne olabilir ki?
KAYNAKLAR:
  1. Bekir Karlığa, Din ve Medeniyet, Mahya Yayıncılık, 2013.
  2. Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986, s. 119
  3. Eric Rothacker, Tarihselcilik Sorunu, Çev. Doğan Özlem, Ara Yayınları, İstanbul 1990.
  4. Gökhan TUZCU, “Lisansüstü Öğretim İçin Yurtdışına Öğrenci Göndermenin Planlanması,” Milli Eğitim Dergisi, Sayı 160, Ankara 2003.
  5. Josè CASANOVA, The Secular, Secularisations, Secularism, in Rethinking Secularism, (ed. Craig Calhoun), London 2011.

27 Mart 2016 Pazar

BİR EĞİTİM FELSEFEMİZ VAR: “KAÇ NET YAPTIN?” Yeni Söz Gazetesi, 27 Mart 2016 Pazar

Mustafa Çevik

BİR EĞİTİM FELSEFEMİZ VAR: “KAÇ NET YAPTIN?”



Mustafa Çevik
İnsanı eğitmek ifadesinin kendisi bile bana hep itici gelmiştir. Yani eğitimde eğiten ile eğitilen arasında bir “su-i istimal” (kötü kullanım) değilse de bir “istimal” (kullanma) amacı hep varmış gibi geliyor insana.
Mesela bir köpeği “uyuşturucunun yerini bulsun” diye eğitirken köpeği bir işte “kullanmak” söz konusudur. Bir at “terbiyecisi”, kieğitimci demektir, atı “kullanılabilir” yani binilebilir hale getirmek için eğitir. Vs.
**
Peki insan eğitmek için durum aynı mı? En azından öyle olmamalı demek zorundayım.
Çünkü hiçbir insan bir başka kişinin veya zümrenin kullanımı için bu dünyaya gönderilmiş değildir. “Gönderilme” diyorum çünkü eğer bir Yaratıcıya inanıyorsanız insan bu dünyaya gönderilmiştir.
Evrilerek çoğalmış diye kabul etmemeniz gerekir.
Eğer gönderilmiş ise gönderenin bir amacı olmalı. Bize düşen bu amaca uygun insan yetiştirmektir. Yani dünyada oluşumuzun amacına uygun yaşaması için ortam hazırlamak zorundayız eğer yetkili konumdaysak.
Bu bizim vicdani ve ontolojik (var olma) borcumuzdur.  Yok eğer insan bu dünyada tesadüfen var olan hücrelerin adaptasyonu sonucunda kendini geliştiren bir canlıdan öte bir şey değil diyorsanız o zaman kabul ederim insanı “kullanmak” üzere eğitip organize etmenizi.
**
Yeryüzündeki ülkeleri yüzdeye vurursanız yönetim sistemleri bakımından çok az bir yüzdesi insanın evrimin bir ürünü olduğu “inancına” (teori demiyorum) sahiptir.
Ona rağmen neredeyse bütün ülkeler insanı “eğitmek” için seferber olur.
Ne için eğitilir insan? İki kutsal amaç: “Sanayi ve bürokrasi”ye hizmet için.
Buna göre en iyi bireyin en iyi eğitilmiş olanı sanayiye faydalı olan veya büro-krasiye itaati benimsemiş olandır.
**
Devletler insandan vatandaş devşirmeyi eğitimin en “yüce” hedefi sayarlar. Bu modern dönemin hastalığıdır.
Eğitimli insan “cahillikten kurtarılmış” insandır buna göre.
Ama aslında insan “kullanılmak” üzere gönderilmekten daha yüce bir amaç için buradadır, bunu biliyoruz.
Eğitim ile insan “kişi” olmaktan çıkarılıyor (zati olmaktan çıkarılıyor). Varoluş amacına yabancılaştırılmış oluyor.
İnsan araçsallaştırılmış oluyor.
**
Böyle olunca da haliyle eğitimde tek amaç “kaç net yaptın?” olacaktır. Velilerin, öğretmenlerin, okul yönetimin, MEB yönetiminin ve devletin sorduğu tek sorudur bu.
Eğer bir öğrencinin “net sayısı” fazla ise, “yüzdelik dilimi” fazla ise bunun nasıl bir öğrenci olduğu önemli değil.
Kimse okula gidip “benim çocuğum yalan söyler mi?” “benim çocuğum sorunlarını kavga ile mi konuşarak mı halleder?” “benim çocuğum bencil mi arkadaşını da düşünür mü?” gibi soruları sormaz.
**
Hal böyle ikin biri de çıkıp, “bu kadar ÖSYM sınavlarında derece yapan çocuk var, ne üretti?” “Bu kadar zeki insana ne iş yaptırılıyor şu an?” diye soruyor mu?
Ya bu kadar zeki ve kapasiteli insan özel bir amaç için doğmuşsa ve onları yanlış “kullanıyorsak?” Hiç düşündük mü?
En dindarından en sekülerine hepimiz çocuğumuza “kaç net yaptın?” diye sorarız ama yaşlanınca, yani para ve güç onların eline geçince onlardan net sayısı değilmerhamet bekliyoruz.
İyi de merhamet eğitimi verdik mi ki bekliyoruz? Nasıl iyi esnaf olunur öğrettik mi? Nasıl iyi yönetici, öğretmen, iyi insan olunur öğrettik mi?
Ama adım atsak “iyi insan” istemeyi biliyoruz. Dolmuşta, markette, okulda, karakolda, mahkemede, evlilikte, hasılı her yerde.
Vermediğin eğitimi ve değerleri öğrenmesini ve uygulamasını beklemek çağımızın insanının büyük çelişkisidir.

26 Mart 2016 Cumartesi

MÜSLÜMAN KADINI “TOPLUMSAL CİNSİYET” SÖYLEMİYLE AYARTMAK, Yeni Söz gazetesi, 20 Aralık 2015 Pazar

Mustafa Çevik

MÜSLÜMAN KADINI “TOPLUMSAL CİNSİYET” SÖYLEMİYLE AYARTMAK



Mustafa Çevik
Toplumsal cinsiyet ile ilgili çok farklı teoriler var onları burada verip sizlerin zihninizi meşgul etmek yerine temel kabulünü söyleyip onun olumsuz yansımaları üzerinde düşünelim.
Soru şu: Kadının dün ve bu gün toplumdaki statüsünün, geri kalmışlığının ve dezavantajlı durumunun nedeni nedir veya kimdir?
Klasik yanıtlardan biri “biyolojik teoridir.” Buna göre kadını geri bırakan en büyük etken onun biyolojisinin getirdiği doğrudan ve dolaylı sonuçlardır.
Kadın fiziksel olarak zayıf olduğundan ve doğurmak zorunda olduğundan bu durum ona bir tür “biyolojik kader” sağlamıştır. Bu “biyolojik kader” onu bir çok konuda geri kalmasına neden olmuştur.
Öyle ki bu durum onun siyaset, sanat, bilim ve benzeri her alanda geri kalmasına neden olmuştur.
Kadının psikolojik yapısı, duygusal oluşu vs. aklınıza ne gelirse.
Yani kadının geri kalmışlığı onun biyolojisinden ileri gelmektedir.
Bir başka teori de kadının biyolojik değil “sosyolojik kaderi”nden yola çıkar. Buna göre kadının sahip olduğu her dezavantajlı durum onun içine doğduğu toplumun verili koşulların sonucudur.
Yani kadına toplum bazı roller verir ve bu roller de cinsiyet ayrımını ve ayırımcılığını meşrulaştıran şey olmuştur.
Bunun için de yapılması gereken şey kadının toplumda verili olan bu durumlardan kurtarılmasıdır.
Peki, nedir bu verili toplumsal koşullar?
Kadına neyi nasıl ve ne zaman yapması gerektiğini söyleyen din, gelenek, hukuk ve toplumsal  zihniyet bu verili durumun başında gelir.
O nedenle kadının bu verili “toplumsal cinsiyet” kıskacından kurtarılması için dinin, geleneklerin ve mevcut hukuk anlayışının değiştirilmesi gerekir diye düşünülür.
Oysa kadını tamamen erkek gibi düşünüp onun biyolojisinin getirdiği dezavantajları görmezden gelmek onu erkeğin karşısını bir eşit ve özerk “özne” olarak dikmek çok daha farklı ve acımasız bir “toplumsal  durum”un içine itmekle sonuçlanabilir.
Kadının mağdur olmasının temelinde gelenek ve hukuk vardır dense de bu aslında kadının mağduriyetinin temelinde “din” vardır demekten başka anlam içermez.
Ateist feministler bu durumda dinin kadın zihni üzerindeki etkisinin silinmesini isterken “Müslüman feministler” kadının “erkek egemen” din yorumlarından arındırılması gerektiğini söylerler.
Kadının biyolojik yapısının oluşturduğu “verili durumları” ve bunun doğal sonuçlarını kabul edip ona göre kadının toplum, siyaset ve teolojideki statüsünü konuşmak daha tutarlı ve çözüm içeren bir yaklaşım olur.
Kadının ve erkeğin biyolojisinden kaynaklı farklılıklar olabilir ama bunların “kişi hakları” konusunda avantaj veya dezavantaja dönüştürülmemesi gerekir.
Ama kadınların veya erkeklerin lehinde kimi hukuksal düzenlemeler yapılabilir. Aksi durumda her alanda doğal yapıyı temel argüman olarak kabul eden anlayışların insan erkek ve kadın doğasını ve bunun doğal sonuçlarını hiçe sayması bir tutarsızlık olur.
Dini feminizmin de “kişi hakları” ve “adalet” bağlamında yapılmasının daha yararlı olacağını düşünüyoruz. Aksi durumda kadının dinden ve aileden uzaklaşmasına neden olur.
Seküler humünistlerin ve Marxistlern din ve aileyi sömürü aracı olarak yorumlamasını  “erkek egemen” din  ve aile yorumu diye “islami feminizm” bağlamında savunmak bir Müslüman feminist için izahı olmayan bir durumdur.

24 Mart 2016 Perşembe

Cehaletle iyi geçinmek günah olarak yeterlidir, Milat Gazetesi


Mustafa Çevik 25.03.2016 Milat Gazetesi


Cehalet veya cahillik kelimesinin farklı kültürde farklı anlamları vardır. Örneğin Türkçe'de daha çok okur yazar olmayana cahil denir.
Kürtçe'de genç insana cahil denir(di).
İslam kültüründe “cahil” Allah'ı kabul etmeyen veya Allah ile birlikte başka varlığı tapmaya değer bulanlara (müşriklere) denir.
**
Genel olarak kültürümüzde “cahil” kelimesi kişinin haddini bilmemesi “cahilce davranışve tutum” ile de haddini aşan davranışlar kast edilir.
Kendini bilmek önemlidir. Yerini bilmek, oturup kalkmasını bilmek, sözün ve davranışın sınırını ve yerini bilmek demektir.
Kendini bil” şeklindeki Antik Çağ yunan kültürüne ait özdeyişin İslam kültüründeki benzeri de “kendini bilen Rabbini bilir” şeklindedir.
**
Bir seküler için cahillik dinden, metafizikten ve manevi alandan uzaklaşmamış olmaktır. Bilgelik ise pozitif bilimlerin çekim alanında doğru yaşamı aramaktır.
Bir mü'min için bu mana/metafizik alanı inkar etmek cahilliğin kendisidir. Bütün dinler, sonradan bozulmuş dinler dahil, insanı bu inkar durumundan kurtarmak için gelmiştir.
**
Bir laik/seküler kültür sahibi için tarihte ve günümüzde mana alemine dair (üst yapı) ne var ise her şey alt yapının, yani ekonomik ilişkilerin belirlemesidir.
Ama bir mümin için alt yapının kendisi dahil her şey üst yapının, Yaratıcının bilgisi dahilindedir.
Yani bir laik/seküler kişi için insan Tanrı'yı var etti, bir mü'min için ise Tanrı insanı var etti.
**
Peki mü'min olup “cahilce” yaşayan ve düşünen yok mudur?
Tabi ki vardır. Sözde mü'min olup pratikte “cahil” gibi yaşayan ve düşünen çok insan vardır.
Mü'min gibi konuşup “cahiliye adeti” üzere ticaret, sanat, bilim, siyaset ve eğitim yapanlar bu kabildendir mesela.
**
Eğer siz mü'min iseniz yaşam sizin için araçtır amaç değil. O zaman bilmenin ve bilginin amacı “amacın bilgisi” olur.
Ama eğer mü'min gibi dünyayı anlamlandırmıyorsanız “yaşadığınız günü kar” bilirsiniz. Bir ilkeniz olmaz.
Sizden ırkçı da olur, kapitalist de olur, feminist de olur, Marxist de olur.
Cehalet ile ve cahiliye adetleriyle iyi geçinirsiniz. İnsanların cahilce davranışları sizi rahatsız etmez.
**
Hatta onlarla iyi geçinirsiniz. Çünkü onların bu “gaflet ve dalalet” hali sizin işinize gelir.
İşte o zaman cehalet kadar cehaletin farkında olmamak veya ona göz yummak da ölümdür.
Cehalete göz yummak da cahillik hastalığıdır. Yani “cehaletle” iyi geçinmek bize günah olarak yeterlidir aslında.

22 Mart 2016 Salı

ERDOĞAN'I BOMBALARLA DÜŞÜRME HAYALI

Mustafa Çevik 22.03.2016 , Milat  Gazetesi



Bombalı saldırılar sonrası insanların sosyal medyadaki hesaplarından yaptığı veya yapmadığı paylaşımlardan niyet okuma yapmayacağım.
Onun yerine bombalı saldırıları hükümeti düşürmek için fırsat bilip hayal kuranlardan söz edeceğim.
Her bomba patlamasında seçilenleri istifaya davet etmekle aslında mealen hükümetler gerekirse bomba ile de düşebilirler demiş oluyorlar biliyorsunuz.
Ne demek bu?
Yani eğer bombalı saldırıların nasıl önlenebileceğini tartışmak yerine bu toplumsal endişe ve öfke halini “Erdoğan'ı veya hükümeti düşürebilir miyiz?” fırsatçılığına dönüştürüyor ise birileri, bu terörü teşvikten başka bir işe yaramaz.
Şöyle ki eğer terör örgütleri hükümetin gitmesini istiyor ise, kaos ortamı yaratılarak hükümet düşürülmesini hazırlayacak yeni eylemler yapacaklardır.
**
Her bomba patladığında eğer iktidarın gidişine zemin hazırlıyor iseniz bombalama eylemleri, seçilenleri, yani Cumhurbaşkanını ve hükümeti düşürme aracı olarak kullanılabilir diye de düşünürsünüz.
Tabi eğer demokraside muhalefette kalmış çevreler  geçmişte “ordu göreve” diye pankart asmış ise bu zihniyetin “bombadan medet umması” da doğrusu şaşırtıcı değildir.
Ordu “göreve” gelmediyse başka gayri meşru yollar aramak bu yapıların ahlakına aykırı görülmez doğal olarak.
**
Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” diye bir atasözü var bilirsiniz. Sorumlulukların ve yükün hep sahibi olmayan savunmasız insanlara fatura edilmesi anlamındadır bu atasözü.
Hürriyetin yılmaz Özdili bu atasözündeki “Kürt Mehmet” ifadesinin etnik saptama olduğunu sanıyor ve artık Kürtler sahipsiz değil “Türk Mehmet” sahipsizdir diyor gerçi.
Buradaki etnik bir belirleme değil elbette. Ama malum zatın Kürtlere karşı ırkçı yaklaşımının tezahürüdür deyip geçelim.
**
Sorun şu. Türk solu, beyaz Türkler, devletin “derin sahipleri” gerçek yüzleri ortaya çıkınca seçim yoluyla iktidara gelme hayalleri kuracak durumları kalmadı artık.
E tabi iktidarı ordu marifetiyle işgal etmekten de umut kesmiş oldular. Halkın iktidarını bertaraf etmenin yolu siyasal partileri pasifize etmekten geçer.
**
Bunun için en canlı-dinamik kesim Kürtlerdir. Yani Kürt muhalefeti yoluyla ancak halkın iktidarını bertaraf edebileceklerini düşünüyorlar.
Kürt-Türk çatışması üzerinde çok çalışıldı. Ancak başarılı olmadı. Ve imkansız olan başarıldı. Kürt muhalefeti ile yaklaşık yüz yıl Kürtleri yok sayan ve “Kürtler bu ülkede ancak hizmetçi olabilirler” diyen ırkçı, ulusalcı, M. Esat Bozkurt zihniyet birleşti. Bozkurt'un şöyle söylediği aktarılır:  “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı,” demişti.
Bu zihniyetin temsilcileri olan bu gün ki ulusalcı seçkinler ile “Kürt asimilasyonuna” “edi bese” (yeter artık) diyenlerin Erdoğan'a karşı geliştirilmiş olan “seni başkan yaptırmayacağız” sloganında birleşmiş olmaları yeterince ibret verici değil midir?
**
Daha önce de yazdım. Türk solu Kürtlere çok adice bir oyun oynamaktadır. Onu suistimal etmektedir.  “Alavere dalavere Kürt Mehmet'i nöbete” göndermektedir tekrar.
Bununla üç şey başarmış olacaktır. Birincisi kendi iktidarını sağlamlaştıracak. İkincisiKürt gençlerini ve kentlerini dağıtmış olacak Kürtleri metropollerde eritmiş ve asimilasyonu hızlandırmış olacaktır. Üçüncüsü ise Kürtleri dinden uzaklaştırmış ve sekülerize etmiş olacaktır.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...