12 Ekim 2020 Pazartesi

Türkiye’nin Bir Aile Felsefesi Var mıdır?

 Prof. Dr. Mustafa ÇEVİK

(Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBU) Öğretim Üyesi)

         Aile ve İnsan Doğası Sorunu 

    Eğer bir toplumun, bir medeniyetin aile felsefesi yoksa egemen kültürlerin dayattıklarını anlamak ve uyarlamakla geçirir bütün enerjisini. Bir süre sonra kendisi olmayan bir toplum ortaya çıkar. Genci eski genç olmaz, yaşlısı eski yaşlı olmaz. Öğretmeni, öğrencisi, esnafı kendi kültürüne yabancıdır. Artık böyle bir topuma düşen tek şey geçmişine dönük nostalji ve hayıflanma seramonileridir. 

        Bir ülkenin ve bir medeniyetin aile felsefesi yok ise sağlıklı aile politikaları geliştirmek yerine piyasanın kendisine dayattığı aile anlayışının ideal politika olduğuna inanmaya başlar. Çünkü herhangi bir konuda bir sabiteniz (ilke) yok ise “piyasa”nın önünüze koydukları etrafında dolaşırsınız. İlkenin olmadığı yerde temel ilke piyasa beklentileri olur. Arz talep dengesi belirleyici olur. Burada iki şey ortaya çıkar: metalaşma ve yabancılaşma. Eğer aile felsefeniz ve bir aile anlayışınız yok ise veya var ama yitirmişseniz piyasa sizin aile yapınızı önce yabancılaştırır sonra metalaştırır. 

        Piyasa öyle bir şeydir ki en temel şey olan “değer”leri bile metalaştırır. Paraya dönüştürür. Son birkaç yıldır “değerler eğitimi”ne yönelik üretilen sözde eğitim malzemesi yayıncılık piyasasının en tutulan “meta”ıdır mesela. Aile de böyle bir şeydir. Aile danışmanlığı, aile terapisi ve aile koçluğu gibi tanımlanmamış çok sayıda meslek aile konusunda üretilmiş yanlış politikaların oluşturduğu boşluktan para kazanmayı hedeflemektedir. 

    Şimdi acaba bir aile felsefemiz var mıdır? Var da yitirdik mi? Buna bakalım. Bu soruya cevap vermeden önce “İnsan nedir?” sorusunu, bununla bağlantılı olarak “İnsan Doğası” sorununu ve bununla bağlantılı olarak “ortak insani öz” sorununu anlatmamız gerekir. Ve bu “insan doğası” ön kabulü üzerinden de bir “aile felsefesi”ni irdeleyeceğiz. 

    Hz. Âdem’in yaratılışı. Kutsal kitabımıza göre Hz. Âdem yaratılınca ardından aynı “benlikten” (nefs) bir de Havva’yı yarattı. Allah Âdem ile Havva’nın ayrı olmasını istemedi. Onların bir aile olmasını istedi. Ancak Âdem ile Havva’nın birlikteliğinden yani aile olarak kalmasından rahatsız olan biri vardı. Şeytan. Şeytan onları kandırarak yasaklanan şeyi yapmalarına sebep oldu ve bu onların ayrılıklarına ve dünya sürgününe neden oldu. Denilebilir ki şeytan aileye karşıdır. Veya şöyle: Şeytan insanın bir aile olarak yaşamasını istemedi. 1 i 

       Allah aile kurulmasını ve sürdürülmesini istiyor şeytan ise aileyi ve ailenin sürdürülmesini istemiyor. Ve o gün bugündür insanlar aileye karşı olanlar ve aileye taraftar olanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bugün yeryüzünde ailenin varlığını korumaya çalışanlar ile aileyi yıkmaya çalışanlar olmak üzere iki grup vardır. Aileye gerek yok diyenler “aslında doğal olan serbest üremeydi aile arızi durumdur” demişler ve diyorlar; aileye gerek var diyenler ise “doğal olan aileydi serbest üreme arızi durumdu,” der. Birincisine göre aile bilinci yoktu insan aileyi üretti. İkincisi görüşe göre ise aile vardı insanlar bu değeri kaybetmektedir. Giderek yaşadığının doğru şey olduğuna inanmaya başladı insanlık. 

      İnsanın Adem ve Havva kıssasında olduğu gibi yaratıldığına inanan başta Müslümanlar olmak üzere bütün semavi dinler ailenin “verili insan doğası”nın bir sonucu olduğunu kabul eder. İnsanın özünde kadınlık ve erkeklik olduğu gibi doğal üreme şekli de bu öze dahildir. Bu cinsiyet doğuştan verili bir özdür, toplumun, coğrafyanın ve ekonominin “yapı”sından devşirilmiş değildir. Meşhur Marxist söylem ile, ekonomik “alt yapı” devlet, din, ahlak ve aile gibi “üst yapı”yı üretmiş değildir. Kimi toplumsal cinsiyet (gender) savunucularının ileri sürdüğü gibi cinsiyet değişmekte olan bir süreç değil verili olan doğal bir sabitedir insan için. 

      Her türlü zihinsel bilginin dışarıdan yapılan dayatmaların ürünü olduğunu iddia eden “yapısalcılar”a göre kadınlık ve erkeklik şeklindeki biyolojik yapı doğuştan olsa da onların getirdiği rol dağılımları yapının birer ürünüdür. Ve bu yapı değiştikçe de evlilik, nikah, cinsiyet, cinsiyet kimliğinin sayısı ve yapısı, anne-babalık ve aile şekli de dönüşecektir. Postgenderizm ise biyoteknoloji ve genbiliminin gelişmesiyle birlikte giderek bütün bu tanımlamaların anlamını yitireceğini ileri sürer. Sadece toplumsal cinsiyet değil biyolojik cinsiyetin de giderek grileşeceğini kişinin cinsiyetini belirlemesini bir özgürlük sorunu olarak ele alır. Bu konuda sabit insan doğasını değil de değişken insan doğasını esas alanlar cinsiyet sorununu salt özgürlük bağlamında ele almışlardır. Özgürlüğü tek sınırsız bir değer olarak ele aldığımızda absürd birçok sonuçla karşılaşırız. Bunun tipik örneği 2010 yılında İsviçre Parlamentosu tarafından Yeşiller Partisi temsilcisi Daniel Vischer tarafından aile bireylerinin karşılıklı rızalarının olması durumunda evlenmelerinin önündeki yasağın kaldırılmasını teklif eden yasa önerisiydi. (The Telegraph, Allan Hall, 13.12.2010) 

      Kadim tartışma bugün ve bu konuda da sürmektedir. Neydi kadim tartışma? Bir taraftan “her şey değişiyor, değişmeyen tek şey değişmedir” diyen görüş, öbür taraftan “beden değişse de esas olan ruhtur, ruh değişmez” diyen görüş. Bu iki farklı anlayışın insan ontolojisine uyarlanışı ise şöyle: Birinci görüşe göre insan bedenden ibarettir. Beden değişince her şey değişir. İkinci görüş ise insan beden artı ruhtan ibarettir. Beden değişse de ruh kalıcıdır. 

      Benzer şekilde genetik ve biy-teknoloji değişse de insanın ortak özü dediğimiz ruh değişmeyeceği için aile tanımlaması ve aile anlayışı da korunabilir. Elbette ruhun istikametini yitirmemesi için insanların eğitilmesi gerekir. Devletin varlık nedeni doğadaki dengeyi korumaktır. Hem insan doğası hem de çevresel doğanın dengesi. Mutedil olanı, adil olanı seçmek ve korumaktır esas görev. 


    Aile ve “Ortak İnsani Öz” Sorunu 

    Yapısalcıların ve ekofeministlerin doğacı anlayışlarından farklı olarak biyolojinin ötesinde bir “insanlık,” bir “kadınlık” ve “erkeklik” özü var mıdır? Bu sorunun gözden kaçırılmaması gerekir. Sadece biyolojik öz vardır bilişsel ve zihinsel bir öz yoktur denilince aslında bir “insan” özünün de varlığı inkar edilmiş olur. Ne demek “bir öz sahibi olmak”? 

      Doğuştan bir “ortak öz”e sahibi olmak demek insanı diğer varlıklardan ayıran biyolojinin ötesinde bir “aşkın öz” (müteal, transandantal) yani manevi, kimliksel ve ruhsal bir öz var demektir. İnsanı insan yapan şey zaten bu özdür. Yoksa insanların biyolojik yapıları aynıdır. Genleri farklıdır sadece. Ama o genetik farklılık biyolojik farklılığı ortaya koyar. İnsanların birbirini anlamasını sağlayan şey biyoloji değil onun ruhudur. Bu ruha ne dersek diyelim, İngilizce konuşulan dünyada bu ”mind” denilen şeyi ve onun bedenle olan ilişkisini, “mind” yani ruh, zihin veya manevi kişilik yoktur diyerek sorunu çözemezsiniz. İnsandaki bu öz, her ne ise, insanı insan yapan şeydir. Öyle ki bu özü taşımayan bir insanın, kişi hakları da verilmez. Mesela akli dengesi bozulmuş birinin evlilik, ehliyet alma, oy kullanma, menkul ve gayrimenkul alma gibi hakları yok kabul edilir. Çünkü insanın “kişi” olması için o “ruh” diyebileceğimiz şeyin, pekâlâ “akıl” da diyebilirsiniz, var olması gerekir. Onun için ateist varoluşçuların ileri sürdüğü gibi “Varlık özden önce” değil, “Öz varlıktan önce” gelir. 

        Peki insan için doğuştan bu “öz” kabul edilmez ise ne olur, kabul edilirse ne olur? Önce kabul edilmemesinin nasıl bir anlam ve sonuç doğuracağına bakalım. Şöyle ki: İnsanın doğuştan bir ortak “insani öz”e sahip olmadığını söylediğimizde insanın evrilerek diğer canlılardan koptuğunu ve kopuş sonrası yeni bir tür olarak, doğal çevrenin şartlarına adapte olmak için, varlığını şekillendirdiğini kabul etmemiz gerekir. Ve bunun ardından insanın bugün böyle bir yapıya yarın da başka türlü bir yapıya sahip olduğunu peşinen kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü bir “insan doğası” veya “insan özü” şeklinde bir sabiteye inanmıyor olmak bu değişime ve bu değişimle birlikte yeni “insanlık” durumları, yeni ahlak, yeni hukuk, yeni devlet ve yeni eğitim anlayışına sahip olmak demektir. Bunun için de örneğin bu gün adil veya haksızlık olarak kabul edilen şeyin dün veya gelecekte pekala öyle kabul edilmeyebileceğini de kabul etmektir. Ve tabi ki bu kabul edildiğinde zorunlu olarak bu gün sizin adil veya gayri adil bulduğunuz şeyin “size göre” adil veya gayri adil olduğu gerekçesiyle reddedilebileceğini kabul etmiş olursunuz. Bu durumda ise yeryüzünde herkesin kabul ettiği bir haksız durumdan veya uygulamadan söz edemeyiz. Çünkü evrensel bir hakikat, evrensel bir hukuk, evrensel bir insan anlayışına sahip değiliz. Değişken bir insan yapısı, sürekli evrilmekte ve dönüşmekte olan bir insan doğası üzerinden sabit bir adalet, zulüm, doğru, yanlış, hak ve hakikat tanımlaması yapılamaz. 

        Benzer şekilde “aile”nin insan doğası ile ilişkili verili bir öz olduğunun rasyonel izahını yapan bir aile felsefeniz yok ise ailenin insanlık tarihinde, aşk, dindarlık ve sevgi sonucu değil de, kadının köleleştirilmesi gibi bir takım kötü niyetlerle üretilmiş bir arızi kurum olduğunu ileri süren anlayışa teslim olursunuz. Ailenin insanlık tarihi için bir “arızi” durum olduğunu söylemek ailenin şeklinin, yapısının, anlamının, amacının değişebileceğine razı olmak demektir. Daha açık bir ifade ile. Mesela evlenilebilecek kişilerin yakınlığı, cinsiyeti, evliliğin doğurduğu yükümlülükleri gibi kuralların aile için şart olmadığını kabul etmiş olursunuz. Bir “aile öz”ünün olduğunu inkâr etmek veya inkârına razı olmak ailenin herhangi bir kuralının olmadığını kabul etmekle eş değer sayılır. Çünkü örneğin “şu kişilerle evlenemezsin evlendiğinde bir aile kurmuş olmazsınız,” diyebilmeniz için bir aile tanımınızın ve aile çerçevenizin olması gerekir. Eğer aile için çizilmiş bir çerçeve kurallar sisteminiz yok ise hem aile kurma şartınız olamaz hem de aile olduktan sonra bağlayıcı kurallardan söz edemezsiniz. Bu da aslında fiili olarak aile kurumunun ortadan kaldırılması anlamına gelir. 

    Sınırları tanımlanmamış bir aile “öz”ünü kaybetmiş olur. Öyle bir kültürde artık ya ailenin anlamı kalmaz ya da her türlü sıradışı ilişkiye aile denmeye başlar. 

    Elbette bilimsel gelişmeler, iletişim ve ulaşım teknolojisinin getirdiği imkânlar nedeniyle her aile kuran kişilerin fiziksel olarak her an bir arada bulunmaları zor olabilir. Burada esas önemli nokta sahip olunan aile anlayışının meşruiyetinin dayandığı referanslardır. Ailenin kökenine dair tartışma ailenin insan doğasında (erkek, kadın ve çocuk) verili bir yapı mı yoksa sonradan üretilmiş uydurulmuş bir yapı mı olduğu tartışmasını beraberinde getirir. Eğer aile verili bir yapıdır diyorsanız ailenin Hz. Adem ve Havva’dan geldiğini kabul edersiniz. Ama eğer aile üretilmiş bir yapıdır diyorsanız ailenin daha sonra emperyal amaçlarla emek sömürüsü için üretilmiş bir tür “enstrüman” olduğunu kabul edersiniz. 



Ailenin Meşruiyet Kaynağı “Ortak İnsani Öz” 


    İnsanın verili bir “ortak öz”ünü veya “insan doğası”nı kabul etmek ne anlama gelir? Ve bunun aile felsefesi açısından anlamı nedir? 

    Özcülük ve yaratılış arasındaki ilişki yaratmanın doğasında olan bir şeydir. Şöyle ki: Yaratma var ise amaçlılık vardır. Amaca uygunluk eylemin sınırlılığını belirler. Bu ilkeli hayat denilen ahlaktır. Ahlak eğer yapının ürünü kabul edilir ise çevreye bağımlı ve göreli demektir. O zaman ahlakın değişkenliği savunulabilir. Ama eğer ahlak icad değil de verili olanın keşfi ise onun da yaratılmış insan doğasındaki öz ile ilişkisi var demektir ve verili olan evrensel olur. Çünkü insana ve tarihe göre değişmez. 

    Ahlakın evrenselliği ile “insanlık özü” birbirinden bağımsız değildir. Kadınlık ve erkeklik cinsiyet özü de “insan özü”nden bağımsız değildir. Ancak kadın ve erkek öz farkı hukuk önünde bir ayrımın temelini oluşturamaz. Çünkü adalet de bir ahlak ilkesi olarak insan özünde vardır. Ortak öz ortak hukuki muamele ister. 

        Özcü yaklaşım insanın yaratılmışlığını beraberinde getirir. Biyolojinin ötesinde bir ortak özden bahsedebiliyor isek bunun amaçlı olarak verilmiş olması gerekir. Çünkü biyolojinin ötesindeki bir anlam dünyası biyolojinin evrilme kurallarıyla izah edilemez. İzah etmeye kalkışanların buldukları en özgün teori “alt yapı-üst yapı” ilişkisi teorisi ve onun farklı alanlardaki türevleridir. 

        Aile yapının ürünü kabul edilir ise biyolojik cinsiyet eşitliği dahil her türlü değişim ve dönüşüm normal kabul edilmiş olur. Ama eğer aile anlayışı özcü ise değişim beklentisi veya müdahalesi çevrenin baskısıyla değişimden çok adalet ve haklar konusuyla sınırlı kabul edilir. Esasen insanın özgürlük alanı da kendi doğasını dönüştürmeye yeterli değildir. Bütün insanların aklını kullanması, dil iletişimi kullanması, üzüntüleri, mutlulukları, umutları vs. her konuda benzer düşünüyor olması alışkanlık değil “ortak öz” dediğimiz şeyin bağlayıcılığı ile ilgilidir. Dolayısıyla varoluşçu düşüncede dile getirildiği gibi insan dünyaya geldikten sonra özünü oluşturuyor değildir. Öyle olsaydı bu kadar farklı coğrafyalarda yaşayan insanların benzer bir formata sahip olması mümkün olamazdı. Eğer verili “ortak öz”den söz ediyorsak bütün insanların benzer şekilde düşünmesi, davranması ve inanmasından yola çıkarak bunu anlayabildiğimiz için. İnsan yapının eseri diye kabul edilirse kadınlık ve erkeklik kimliği de ve dolayısıyla aile de yapının eseri olmuş olur. Eğer insan konusunda özcü isek kadın ve erkek konusunda da ve dolayısıyla aile yapısı konusunda da bir özcü anlayış ortaya koymak gerekir. Özcü olduğumuzda insanın ve ailenin özü korunması gerekir. Yapısalcı olduğumuzda ise insanın ve kadın-erkek kimliğinin sürekli olarak duruma ve yapıya göre değişmesinin mümkün ve normal olabileceğine inanmak gerekecektir. Onun için sahip olduğumuz “insan doğası” veya genel olarak insan anlayışımızın bizim aile anlayışımızı ve aile felsefemizi de temellendirdiğini unutmamak gerekir. 


        Başta Müslümanlar olmak üzere bütün semavi din geleneklerinde aile korunması gereken mukaddes bir kurum olarak kabul edilir. Ve ailenin kurulmasının engelleyici ve ifsad edici yapıların ve kuramların her türlüsü ve ailenin dağılmasına yol açan her türlü duygu, tutku, hırs, anlayış ve düşünce “şeytani,” ailenin kurulması ve korunmasına yol açan her türlü eylem ve anlayış da rahmanidir bu geleneğe göre. 


    Bugün bütün dünyada ailenin insan için, insanlık için gerekli olduğunu kabul eden bir muhafazakar duruş vardır. Ancak aile karşıtı ideolojilerin kapitalizm ile oluşturduğu paralel eylem ve iş birliği ailenin muhafaza edilmesini zorlaştırmaktadır. Öyle ki sabit, tanımlanmış doğal aile kurumunun gerekliliğini savunmak bile kolay görünmüyor. 

    Oysa her canlı gibi insan yavrusu da olgunlaşana kadar onu dünyaya getiren veya ona duygusal bir bağ ile bağlanacak koruyucu veya evlat edinen ebeveyn tarafından korunmalıdır. İnsan yavrusu için doğal ortam “ana kucağı” dediğimiz bu ortamdır. Elbette istisnai durumları hariç tutuyoruz. Mazeret durumu için her konuda ve her zaman ayrı ve geçici yaklaşım olmak zorundadır.

8 Ekim 2020 Perşembe

MÜLAKATIN NAMUSU-İyi ve Verimli Bir Mülakat Nasıl Yapılır?

 

Prof. Dr. Mustafa Çevik

Mülakatın “namus”u mülakatçıyı bağlar. “Namus” kelimesi hem Hint-Avrupa hem de Semitik dillerde “yasa”, “kanun” gibi anlamlara gelmektedir. Bu yasa insanın içindedir. Tanrısal olarak verilidir. Bu “veri”yi görmeyen yok, görüp inkâr eden vardır.

Bütün iyi hukuk metinleri insanın vicdanındaki “nomos”tan ilhamla yapılmıştr. Bütün kötü metinler de "nomos" görmezlikten gelerek yapılmıştır. Bunun için biz de “mülakatın namusu” başlığını kullandık. Mülakatın “nomos”unu ancak mülakatı yapan kişi koruyabilir.

Günümüz kamu ve özel sektör iş başvurularının çoğunda mülakat yapılmaktadır. Bütün dünyada var olan mülakat çoğu zaman bizim kültürümüzde “torpil” anlamında kullanılıyor. Bunun birçok kültürel, siyasal ve hukuksal nedenleri olduğunu bilmeyen yok.

Sağlıklı ve güvenilir bir mülakat nasıl yapılır? Bu konudaki düşüncelerimi sizlere sunmak istedim. Aslında dünyanın her yerinde mülakat yapılır ve her yerde mülakatın “topril” ile eş anlamlı bir algısı olduğunu söyleyemeyiz.

Dünyanın birçok büyük şirketi ve prestijli üniversitesi öğrenci alımında, öğrenci ve öğretim elemanı alımında mülakat sistemini etkin şekilde kullanmaktadır.

Mülakata kalite ve güven katan esaslı şey mülakatı yapan kişinin hak, hukuk ve ahlak anlayışıdır. Mülakatı güvenilir kılan budur kuşkusuz. Bu bilinen bir durumdur. Peki, iyi niyetli ve adil bir mülakat nasıl yapılır? Yani adil ve ahlaklı olmak isteyenler neye dikkat etmelidir mülakatta?

Kendimce iyi bir mülakat yapmanın ahlaki ve etik bazı stratejilerini yazmayı deneyeceğim:

1-Mülakat kelimesinin liyakat ve layık olanı seçme anlamında olduğunu unutmayalım. O zaman mülakatı yapan kişi talep edilen işe en uygun kişiyi seçmeye çalıştığını unutmamalıdır.

2-Adayların giyimi, şivesi, etnik kökeni, mezhebi, nereli olduğu, inancı ve dünya görüşü ile ilgilenilmemeli.

3-Sorular standart olmalıdır. Yani birinci ve ikinci adaya sorulan soru aynı olmalıdır. Aksi durumda iki adaya sorduğunuz farklı soruların farklı yanıtları olacak ve bu yanıtların eş değer olup olmadığını ölçme imkânımız olmayacaktır.

4-Sorular ve yanıtlar not edilmesi lazım. Değerlendirme yapılırken unutulan her yanıt o aday için dezavantaj olur.

5-Adayın zihinsel kapasitesini ve konuya dair bilgi birikimini ölçen sorular kısa yanıtlı sorular olmalıdır.

6-Daha çok adayın konuşmasına fırsat verilmeli. Görüşmeyi yapan yönetici veya akademisyen konferans vermeye kalkışmamalı. Bu durumda aday kendini doğru yanıt verdiği hissine kapılabilir.

7-Adaya özel yaşamına ait (medeni durum, inancı, ırkı vs) sorular sormaktan mümkün olduğunca kaçınılması gerekir. Aday kazanmadığı zaman sonucu bu sorulara bağlayabilir.

8-Adayın kötü hissetmesini sağlayacak söz, tutum, ses tonu, dinlememek gibi durumlara yer vermemek gerekir.

9-Adaylara kolay, herkesin bileceği sorular sormaktan kaçınılmalıdır. Mülakatın alanının dışında sorular sorulmamalıdır. Bu tür sorular adayın mülakatın ciddiyetsizliğine dair kanaat edinmesine yol açacaktır.

10-Talip olunan işin mahiyeti ile uyumlu zorlukta ve ciddiyette sorular sorulmalı adayın bilmesi durumunda “doğru”, bilmemesi durumunda ise yanıtlar orada söylenmelidir kısaca.

11-Bir mülakatta işin özelliğine göre ucu açık sorular olabilir. Burada amaç adayın alandaki bir soruyu ele alış biçimi, karar verme, problem çözme ve var olan problemleri görme beceresi ölçme amacı vardır.

12-Ucu açık sorulardan neyin amaçlandığı ve adayın bu soruda amaçlanan başarısının oranı kendisine mülakatta izah edilmelidir.

13-Örneğin Oxford Üniversitesinde psikoloji öğrencilerine “İnsan için normal nedir?” diye soruluyor. Burada bilgi değil fikir geliştirme ve var olan fikirlere eleştirel bakma becerisini ölçme amacı güdülür.

 

Unutmayın güvenilir bir mülakat kurumunuzun onurudur. 

15 Temmuz 2020 Çarşamba

YAŞLILIĞA ÖZENMEK ÜZERİNE BİR PRELÜD


Mustafa Çevik

“Yaşlılık da özenilecek bir şey midir?” demeyin hemen. Bunun bir ironi olduğunu düşünüp yazıyı okumamazlık edebilirsiniz.

Ama eğer yaşarsak hepimiz/hepiniz yaşlanacağız.

Dikkat edin “yaşarsak” dedim. Yani yaşama ihtimalimiz en iyi ihtimalle yüzde ellidir. Yani yaşamaya da biliriz.

Garantisi yok bir yılın, bir ayın hatta bir nefesin.

Biraz sonra pat diye ölüp gitmeyeceğimizin hiç garantisi yok. Bunu hepimiz biliriz.

Ölme yaşı istatistiklerinde gençken ölenlerin oranı hiç de düşük olmamasına rağmen ölümü bir tek yaşlılara yakıştırıyoruz.

Bununla ilgili bir anımı anlatmak istiyorum.

Bir gün spor salonunda egzersiz yaparken benden yaklaşık on yaş daha genç olan biriyle aramızda bir diyalog geçti.

Diyalog bir süre sonra şöyle oldu:

Adam bana: “Ama sen de benim yaşımda olmak için neler vermezdin, değil mi?” dedi.

Ben: “Yoo, neden ki? Sen kaç yaşındasın?” dedim.

Adam yaşını söyleyince on bir yaş benden küçük olduğunu anladım.

Ona şöyle dedim: “Sen 34 yaşındasın ben 45 yaşındayım. Peki acaba sen 45'i görecek misin?” dedim.

Adam: “Bilemeyiz” deyince, ben de: “Yani biraz sonra da ölebilirsin, değil mi?” dedim.

Adam: “Evet” deyince, ben: “Ama ben yaşamışım o yaşı. Yani garanti etmişim. Peki sen eğer ölecek isen on yılı garantilemek için neler verirdin?” dedim.

Adam: “Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim,” dedi.

Yani varsayalım ki 20 yaşı ile 90 yaşlarında iki insanı karşılaştırıyoruz. Hangisi özenilecek bir şeydir?

Elbette 90 yaş.  Çünkü birisi yaşanmış gerçeklik öteki yaşama ihtimalidir.

Burada birileri diyebilir ki kaç yıl yaşadığın değil nasıl yaşadığın önemlidir. Elbette öyle. Ama bu 20 yaşındaki kişi için de geçerlidir.

Geçmiş bir ömür yaşanmış bir ömürdür. Gençlik yaşama ihtimali olan bir durumdur.

Yaşadığın sürece varsın. Öldükten sonra bir hatırasın. Ama seni tanıyanlar için. Sadece hatıralarda varsın. Seni tanıyan son kişi de öldüğünde sen tamamen ölmüş sayılırsın. Onun için öldükten sonra seni insanlar ansın istiyorsan uzun süre kalıcı bir iyi şey bırakman lazım.

Ama yine de sonsuza dek kalıcı bir hatıra mümkün değildir. Herkesin bedeni yok olacaktır. Ama bıraktığı “benlik” ve “hatıra” da daha sonra yok olacaktır. “Her şey yok olacaktır O hariç.”

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...