22 Temmuz 2016 Cuma

FELSEFECİ AKADEMİSYENLERDEN "AMASIZ" VE "ANCAKSIZ" ORTAK BİLDİRİ! ‘DARBEYE KARŞI TEK YÜREK!’

FELSEFECİ AKADEMİSYENLERDEN ORTAK BİLDİRİ! ‘DARBEYE KARŞI TEK YÜREK!’ 15 Temmuz gecesi ülkenin birlik ve bütünlüğüne kasteden cuntacı askerlerin darbe girişimi başarılı operasyonlarla engellendi. Darbe girişimine bütün çevrelerden tepki gelmeye devam ediyor. Farklı siyasi görüşten 20 felsefeci akademisyen darbeye karşı ortak bildiri yayınlayıp demokrasiye ve ulusal birlik ve beraberliğin önemine vurgu yaptı. 

İşte o bildiri;  
    
‘‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’’ iradesiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni paralel devlet yapılanmasıyla çökertmeye çalışan darbe girişimini ve tüm darbeci anlayışları lanetliyoruz. Hain saldırılarda yaşamını kaybeden şehitlerimize Allah’tan rahmet, tedavisi süren yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz. 

Darbeyi demokrasiye tercih edip asker kılığında halka ve polise ateş açanların,“gerçek” Türk askeriyle hiçbir ilişkisi yoktur. “Sözde” rütbeli subaylar, emirleri altındaki darbeden haberdar olmayan askerleri de hain emellerine alet ederek demokratik yaşamın tüm unsurlarını devre dışı bırakmak istemişlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Emniyet birimleri bombalanmış ve basın susturulmak istenmiştir.

En önemlisi, temel bir insan hakkı olan yaşama hakkı askıya alınmıştır. Darbe girişimi, devletin temel öğesi olan millet tarafından bastırılmış ve demokrasi tarihinde unutulmayacak yerini almıştır. Güdümlü ve dışarıdan yönlendirilmiş hiçbir anlayışın millî iradeden daha güçlü olmadığı anlaşılmıştır.


Aşağıda ismi olan felsefeciler olarak hangi gerekçeyle olursa olsun demokrasiyle asla bağdaşmayan darbeye karşı olduğumuzu vurguluyoruz. İnsanlık tarihinin en önemli kazanımları olan insan hakları, millî irade ve demokrasiyi savunanların –parti, kişi, inanç vs. gözetmeksizin- yanında yer aldığımızı bildiriyor, çağdaş hukuk devletinin temelinde insan haklarının ve insan onurunun bulunduğunu önemle vurguluyoruz.


Kamuoyuna saygıyla duyurulur.  

Yard.Doç.Dr. Kemal Bakır,
Prof. Dr.Mustafa Çevik
Prof.Dr. Lokman Çilingir
Prof.Dr.A.Kadir Çüçen
Doç.Dr.Bahtiyar Yücel Dursun
Prof.Dr. H.Haluk Erdem
Prof.Dr. Ali Osman Gündoğan
Prof.Dr.Taşkıner Ketenci
Prof. Dr.  Yavuz Kılıç
Yrd. Doç.Dr.Cengiz İskender Özkan
Prof. Dr. Hakan Poyraz
Yard. Doç.Dr.Ercan Salgar
Prof. Dr. Arslan Topakkaya
Yard. Doç.Dr. Cengiz Mesut Tosun
Prof.Dr.Yavuz Unat
doç.Dr. Ali Utku
Prof. Dr. Gülriz Uygur
Doç.Dr.Ogün Ürek
Prof.Dr. Sedat Yazıcı
Doç. Dr.Zafer Yılmaz.
(Kaynak: www.enpolitik.com, 22.07.2016)

8 Temmuz 2016 Cuma

HEM SOLCU HEM DEMOKRAT OLUNABİLİR Mİ? Mustafa ÇEVİK, Milat



HEM SOLCU HEM DEMOKRAT OLUNABİLİR Mİ?

Mustafa Çevik 08.07.2016



İş “laf”a gelince herkes kendini ideal demokrat olarak konumlandırır. Ama demokrasinin de elbette bir olmazsa olmazı olmalıdır. Demokrasinin temeli, “Müslümanca Demokrasi”kitabımızda da anlattığımız gibi, “ilkeliliktir, ilkesizlik değil.”
Demokrasinin özü her halde şöyle tanımlanabilir, itirazı olan olur mu bilmiyorum:
Herkesin benim gibi olma hakkı vardır” yerine “herkesin kendisi gibi olma hakkı vardır” diye inanıp yaşayabilmektir, demokrasi.
Bu şekilde tanımlanınca insanları dönüştürmeye yönelik her türlü anlayışın demokrasiden uzak olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Yani insanların kimliklerini inşa için başvurduğu yol ve yöntem size ters gelebilir ama onun var olması ve varlığını koruması sizin için saygıya değer değilse siz içinizde bir Hitler veya Saddam barındırıyorsunuz demektir.
Eksik olan tek şey elinize güç geçmesidir. O da olsa herkesi hizaya getirmeye başlarsınız.Belki devrim yapıp Çar'ı devirebilirsiniz. Ama önemli olan insanların içindeki Çar'ı yok etmek veya onun dışarı çıkmasını engelleyecek kültürel zemini yok etmektir. Asıl devrim budur.
**
Nedense Türkiye'nin solcuları bırakın dünya ölçeğinde solculuk standardını yakalamayı genelde Cumhuriyet tarihi boyunca Mossolini faşizminin dümen suyunu ayarlamakla uğraşmışlardır hep.
Halka rağmen halkı nasıl dönüştürürüz diye düşünüp planlama yapmışlardır.
Bu gün de hala değiştiklerini söylemek zordur. Hala mesela Ak Parti'ye oy verenleri “sınıf bilincinden yoksun lümpenler sürüsü” diye nitelerler.
En okumuş sözde solcu “teorisyenlerin” bile tek kriterleri insanların sınıf bilincine göre kategorize etmekten öteye gidemiyorlar.
Esasen çok haksız sayılmazlar. Çünkü beslendikleri yer orası.
Marx ve Marxistler için insanın hayattaki amacı sınıf bilincini korumak ve bu doğrultuda duruş sergilemektir. Burjuva ise burjuva bilincine proleter ise proletarya bilincine sahip olması gerekir.
Bu sınıf bilincini kaybetmiş kişiler veya gruplar insanın kendine yabancılaşmasıdır, lümpenliktir.
Lümpen kişi sınıf bilincini yitirmiş kişidir. Sınıf bilincinin kaybına uğramış bu kesimlerin ya tüketim alışkanlıklarının esiri olmuş olur ya da kendini başka yönlendirilmiş “üst yapı” kimlikleriyle ifade ederler. Marxistlere ve Türk solculuğuna göre bunların bir duruşu, tutumu, projesi hatta bir anlamı bile yoktur.
Buna göre hayata dair sözü olmayan bu kesimler demokrasilerde kandırılmaya en müsait kesimlerdir. Mesela Emre Kongar'a göre bu lümpen kesim “sınıf bilincine sahip olmadığı için, genellikle din gibi, mezhep gibi, ırk gibi, milliyet gibi, kimlik değerlerine normalden çok daha fazla bağlıdır ve bunlar üzerinden rahatlıkla güdümlenir! Çağımızdaki popülist otoriter rejimlerin temelinde, demagogların rahatça kullandıkları bu kesim yatar.”
**
Şimdi burada şu soru sorulması gerekir?
İnsan yaşamında veya insanlık tarihinde tek anlamlı tutumun ve siyasal bilincin sınıf bilinci olduğunun ve bunun dışındakilerin de yabancılaşma ve lümpenlik olduğunu ileri süren Marxsizmin ve solculuğun dayanağı nedir? Elbette kendileridir.
Yani iddialarının kaynağı da yine kendileri olan bu teorinin bir ontolojisi yoktur. Buna göre düşünecek olursak kişinin din, mezhep, ırk, milliyet ve kimlik değerleri anlamlı değildir.
Peki bütün kimlik ve ifade şekillerini bir “sapma” olarak gören anlayışın gerçekte demokrasi ile uzlaşması mümkün müdür? Yoksa bütün bunlar aslında iktidarı elde edene kadar katlanılması gereken bir durum mudur?
Türkiye'deki solculuk hareketinin “yerel” olana ve “Anadolu”da var olan dini ve milli değerlere yabancı olmasının temelinde bu bakış açısı vardır.
Türkiye solculuğunun teoloji-politiğini oluşturan bu anlayış mevcut değerlere karşı “takiyye” içindedir. Yani rest çekmiyorsa zamanı gelmediği içindir.
Onun için Şeyh Bedreddin'e, Pir Sultan Abdal'a ve halk müziğine sahip çıkıyor ise bunlar “sınıf bilincine” götürmeye hizmet eden birer araç oldukları içindir.
Post modern dünyanın önerdiği “çok kültürlü” ve “çok değerli” insanlık modeli klasik solculuk ve Marxizm için bir “lümpenleşme”den başka bir şey değildir.

5 Temmuz 2016 Salı

Rusya ve İsrail Açılımında Basın Ne İstiyor? Milat Gazetesi, Mustafa Çevik

Mustafa Çevik
05.07.2016

Medya ne istiyor?

Diyelim ki, Türkiye baştan beri hem İsrail'le hem de Rusya ile hata yaptı.
Madem öyle hatadan dönünce neden sevinmek yerine “siz bunu hayatta başaramazsınız” naraları atıyorsunuz?
Diyelim ki Rusya'nın uçağını düşürmek hataydı. Neden bu hatanın sebep olduğu diplomatik ve ticari krizi giderme ve tamir etme girişimini küçümseme zavallılığına gidiliyor?
Ne yani hava sahasını ihlal eden yabancı bir ülkenin uçağını düşürmeseydi sizler “iyi yaptı ne olacak ki bir savaş uçağı topraklarımıza girmiş de ne olmuş yani” mi diyecektiniz?
Tabi ki hayır. O zaman hükumeti “hainlikle” ve ülkeyi yönetememekle suçlardınız bunu bilmeyen yok.
Diyelim ki uçağı düşürmesi bir hataydı madem öyle neden İngiltere, ABD ve NATO Türkiye'yi haklı buldu.
Siz de “Ne işimiz var Rusya ile dalaşmaya” demek yerine en azından İngiltere kadar Hükumete hak verseydiniz keşke.
**
Hala tutmuş sıfır sorun söylemini eleştiriyorsunuz.
Sanki Suriye savaşı, DAEŞ ve Kürt Sorunun sebebi Erdoğan'mış gibi.
Suriye ile savaş öncesinde iyi komşuluk ilişkilerinin olması mı savaş nedeniydi?
Libya ve Mısır'da başlayan Arap Baharı'nın Suriye'ye sıçraması mı Erdoğan'ın suçuydu?
Suriye'de savaş başladıktan sonra Suriye'ye orduyu sokmamak mı suç? Eğer ordusu girseydi “biz neden oradayız?” diyeceğinizi bilmiyor muyuz?
Yanı başındaki bir ülkede başlayan bir iç savaşta tavır ne olmalıdır sahi?
Fırsat bu deyip işgal etmek mi? Bunu mu istiyordunuz? Buna hangi akli veya ahlaki gerekçe ile evet denilebilir?
Savaşın dışında kalmak, yani cihanda barışı korumak, ülkesini savaşa sokmadan yanı başınızdaki iç savaştan minimum düzeyde zararla kurtulmak en akıllıca politika değil mi?
Diyeceksiniz ki “az mı zarar gördük, bunca göçmen, bunca DAEŞ bombaları az mıdır?”
İyi de DAEŞ her yerde bomba patlatıyor. Sadece Türkiye mi? ABD, AB ülkeleri ve Uzakdoğu Müslüman ülkelerde de patlamadı mı?

Suriyeli göçmenlere gelince, bir aşiret reisine bile biri sığındığında onu “namusu” bilir ve korur. Ama siz bunu Türkiye Cumhuriyeti'ne bile çok görüyorsunuz anlaşılan. “Bize ne nereye giderlerse gitsinler” diyecek kadar ırkçı ve yabancı düşmanlığı yapan sizler başka zamanlarda “hümanist” söylemde bulunursunuz pek ala.
**
Gelelim İsrail ile başlatılan yeni sürece.
İster “one minute”tan çark etti deyin, isterseniz enerji anlaşmaları nedeniyle Filistinlileri sattı deyin. Ne derseniz deyin. Ama başta Filistinliler olmak üzere kime istiyorsanız sorun. Hatta kendinize sorun. Müslüman ülkeler veya liderler arasında “Filistin Davasına” en çok sahip çıkan kimdir deyin.
Bakalım ne yanıt alacaksınız.
Durum böyle iken. Mavi Marmara olayında sesini yükseltip İsrail'e sert tavır koyan Erdoğan'ı fevri davranmakla ve “otoriteden izin almamakla” suçlayan sizler, diyelim ki o hataydı ve şu an düzeltilmeye çalışılıyor. Şimdi neye bağırıyorsunuz?
Eğer dün olan yanlış ise bu gün yapılanın doğru olması gerekmez mi?
Dün “one minute” yanlış idiyse bu gün İsrail ile anlaşma yapmak doğru olması gerekmez miydi?
Ama anlaşmada taviz verilmiştir diyorsunuz değil mi? Hangi anlaşma tek tarafın bütün isteğine göre yapılmıştır tarihte. Adı 
üzerinde anlaşma bu. Teslim alma değil. Türkiye'nin Gazze'yi yönettiğini sananlar bütün maddeler neden bizim istediğimiz gibi değil diye düşünebilirler.
Özetle şunu söyleyebiliriz sanırım. Hükumet ne yaparsa yanlış ne yapmazsa doğru diye düşünen bir medyanın ne beklediği belli. Onların sorun doğru yanlış değil. Eski düzenlerini ve imtiyazlarını geri istiyorlar. Esas sorun budur.


3 Temmuz 2016 Pazar

KİTAP OKUMAK DÜŞÜNMEYİ UNUTTURUYOR, Mustafa Çevik, Yeni Söz,

Mustafa Çevik

KİTAP OKUMAK DÜŞÜNMEYİ UNUTTURUYOR







Okumanın da zararı olur mu diye düşünmeyin. Elbette olur. Şöyle ki.
Okuduğunuzda siz asında kitabı anlamak yerine kitaptaki bilgileri almaya çalışırsanız bir anlamda kendinizi kitabın akışına bırakmış olursunuz.
Böylece kitap yani yazar sizi yönlendirmiş olur.
Kendi zihninizdeki düşüncelerin akışını kitabın seyrine entegre etmiş olursunuz.
Oysa düşüncelerin akışını bir başka yazıya veya yazara teslim etmek özneyi nesnenin tekline koymak olur.
Bu da öznenin (süje) yani “ben”in pasifleştirilmesi demek olur.
Düşünülecek konunun çerçevesini yazara bırakmak zihnine gelecek olan çağrışımların da önünü tıkamak olur.
Çocuklara kitap okutmak onların yönlendirilmesini ve zihinlerinin kapatılmasına yardımcı olacaktır. O yüzden onlara okumaktan çok düşünmeyi öğretmeliyiz.
Okurken bir başkasının zihin sürecine takip olmak onun bizim yerimize düşünmesine razı olmak anlamına geliyor.
Schopenhauer bu durumu “yazmayı öğrenirken talebenin öğretmen tarafından kalemle çizilen çizgileri takip etmesi”ne benzetir.
**
Düşünmek yerine sürekli okumaya tercih eden bir süre sonra düşünme yeteneğini kaybeder. Birçok eğitimli insan “okumayı çok sevdiği” için düşünmeyi unutur.
Bu gün akademi camiasında bunun örnekleri çoktur. Sürekli okuduğu için üretemeyen.
Birçok sosyal bilim alanında farklı kültürlerdeki kitapları ibadet bilinci ile okudukları için akademi sadece sosyal bilimler bayiliğine dönüşmüş durumdadır.
Kindi zihinsel doğasını okumayı ihmal eden bir toplum ortaya çıkmasının nedeni budur.
Akademisyenin kendi zihni, kendi karakteri ve kültürü o araştırmaya yansıyamamaktadır.
Schopenhauer'in ifadesiyle okumak bazen “insanı aptallaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak, zihni mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir… Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinde hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder.”
Okuyan ve düşünmeyen kişi okuduklarını hazmedemez. Hazmedilmeden alınan bilgiler bir süre sonra unutulur.
**
Peki okumak böyle zararlı bir şey ise ilk emir “Oku” ne anlama geliyor?
İslam'ın ilk emrini “kitap oku” veya “okula git” şeklide anlamak modern dönem zihninin bir ürünü olarak düşünülmelidir.
Oku” emri yukarıda sözünü ettiğimiz kendini, zihnini, doğayı okumak anlamında “düşün” emirdir. Bu konuyu daha önce “İlk emir Oku mu Düşün mü?” şeklindeki yazımızla ele almıştık. (http://www.yenisoz.com.tr/ilk-emir-oku-mu-dusun-mu-makale-10320)
Schoupenhauer'in buna paralel bir düşünce ileri sürer: “Bir kimsenin eline bir kitap alarak kendi öz malı olan düşüncelerini ürkütüp kaçırması en büyük günahtır. Bunun tabiattan yüz çevirip ölü bitkiler müzesi seyretmeye giden yahut harikulade bir manzarayı bir taş baskıdan veya gravürden incelemeye çalışan bir adamdan farkı yoktur.”
Onun için İslam'ın ilk emri “Düşün”dür diyoruz.
İyi pazarla düşünceli okumalar dileğiyle.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

İLK EMİR “OKU” MU “DÜŞÜN” MÜ? Mustafa Çevik Yeni Söz

Mustafa Çevik

İLK EMİR “OKU” MU “DÜŞÜN” MÜ?

Hep şikayet edilir “bu memlekette kitap okunmaz” diye. İlk ayeti dolayısıyla ilk emri “oku” olan bir dinin mensubu olarak “oku” emrini “okula gitme” şeklinde anlayarak asıl hatayı yapmışız.
Hatta “okula gitmeyi” “okuyor musun?” şeklinde ifade ederiz.
Okullaşmak ve okur-yazar olmak için verilen çaba çok da masum değildir.
En nihayetinde “okullar” modernleşme ile birlikte gelişmiş kurumlardır. Ve bireyi “devletin emirlerini doğru almak ve tam uygulamak” için kurulmuştur demek mümkündür.
**
Peki “Oku” emrinin anlamı nedir? Veya nasıl anlaşılırsa doğru anlaşılmış olur?
Öncelikle şunu söyleyelim: “Oku” emrini getiren Cebrail'in de okuması istenen Peygamberin de elinde yazılı bir kağıt olmadığı için “Oku” emrinin bir metin okuma şeklinde olmadığı kesin gibi görünüyor.
O halde “oku” diye buyuran ayetin aslında “kendini oku,” “çevreni oku,” “olayları oku” şeklinde bir emir olduğu söylenebilir. Yani açıkça anlaşılıyor ki burada “oku” ile kast edilen şeyin “düşünme” ve “tefekkür etme” olduğu aşikardır.
**
Haliyle “oku” emrini “okula git” veya “okullaşma” şeklinde son derece modernist ve tepeden inme bir perspektifle yorumlayan bir milletin yapacağı okumalar da elbette “enstrümantal okuma”dan öteye gitmeyecektir.
Böyle bir durumda yapılacak enstrümantal okumaları üç kısımda ele alabiliriz:
1-İdeolojik okuma, 2-Paragraf çözme için okuma, 3-Akademik okuma. Bu üç okuma şeklinin de bir şeyin peşinde olmak veya hakikat ve hikmet merakından kaynaklandığını söyleyemeyiz.
**
Öyleyse yapılacak şey amacına uygun okuma yapmaktır. Çünkü okumak salt bilmek için yapıldığında bir süreklilik oluşturabilir.
Diğer okuma şekillerinde amaca ulaştıktan sonra okumayı doğal olarak bırakırsınız. Çünkü bir amacınız vardı ve ona ulaştınız.
Dolayısıyla okumak için bir gereğiniz kalmadı.
Bir çok ayette insanların düşünmesi, aklını kullanması vs. emredilirken düşünmeyi dinden çıkmanın gerekçesi sayan bir kültürün nasıl ortaya çıktığı düşünmeye değer bir sorundur.

30 Haziran 2016 Perşembe

DÜŞÜK PROFİL SOLCULUK Mustafa Çevik, Yeni Söz, 22 Mayıs 2016 Pazar

Mustafa Çevik

DÜŞÜK PROFİL SOLCULUK

Solculuğun doğasında var düşük profilli bir yapı.
Eğer Marx'izmin bir uzantısı sayacak olursak, ki öyledir, solculuk ve sosyalizmin türevlerini, evet Marxizm başta olmak üzere solculuk ve sosyalizm hayata, insana, varlığa ve değerlere düşük çerçeveden bakar.
Sığ bakar.
Olayların, varlığın, insanın ve evrenin ontolojisini görmek yerine görünenle, bize yansıyanla yetinen bir “felsefe'dir.
İdeal olanı ve idealizmi reddeder.
Materyal olanı, ilk bakışta görüneni hakikatin temeline koyar.
Mesela adaleti ve topyekün ahlak değerlerini bir ilke değil toplumda yaşanan “anlık” durumlara bağlamayı tercih eder.
**
Peki Türkiye'de solculuk nasıl.
Türkiye'de solculuk veya “Türk Solu,” başta solcular olmak üzere aklı başında herkes tarafından eleştirilir.
Türkiye solculuğunun pespayeliği ve faşizmin her türlüsüne yaptığı tetikçiliği Cumhuriyetin başından beri bilinen bir durumdur
Derin devlet halka neyi dayatmışsa aydını ve silahlı örgütleriyle solcular bunun dayatmacılığın yapmışlardır.
Din terakkiye (gelşmeye)  manidir” vecizesi en büyük sloganlarıdır.
Üretme yok eleştiri vardır.
Bilgi yok aşağılama vardır.
Alternatif yok mız mız muhalefet vardır.
Namaza ve namaz kılana, sakal bırakana, tesettür giyinene düşmanlık yapmayı “sol değerleri” politikaya kazandırmaya tercih eder.
Mussolini'nin faşizmini kemalizm ideolojisi üzerinden devşirmeyi solculuk sanıyor.
İslamofobia (islam korkusu) solculuğun en temel ilkesi olmuştur Türkiye'de.
Bunun için Osmanlı'nın son döneminden beri İslam karşıtı hangi söylem varsa desteklemiştir solculuk.
**
Solculuk Kemalizm diktatoryası altında Aleviyi Sünnileştirmeye, Kürdü Türkleştirmeye, Sünniyi laikleştirmeye kalkışmıştır.
Geldiği yer Türkiye Demokrasinin önünü açacak alternatif siyasal teoriler üretmek yerine “Seni Başkan yaptırmayacağız” muhalefetidir.
Kürt solunu da buna alet etmeyi başarmıştır. Çünkü Kürt Solu da Türk Solunun bir versiyonudur.
O yüzden rahatlıkla Kürt Solu yoktur Türk Solun kolu vardır denilebilir. Bir ideolojisi yoktur. Ekonomi ve siyaset teorisi yoktur.
Bu ülkede solculuk evrensel insan hakları savunuculuğu yapmak yerine insan hakları gaspçılığının adı olmuştur ne yazık ki.

TÜRKİYE NEDEN BİLİM ADAMI YETİŞTİREMİYOR? Mustafa Çevik

Mustafa Çevik

TÜRKİYE NEDEN BİLİM ADAMI YETİŞTİREMİYOR?

Hürriyet'ten Nuran Çakmakçı Aziz Sancar'a soruyor:
“İslam dünyasında 500 yıldır bilime doğru dürüst katkı olmadığını” söylediniz. Sizce neden?
Sancar: “Nedenini bilmiyorum. Ama bu bir gerçektir. Bu gerçeği söylememiz ve sebebini arayıp bir çözüm bulmamız lazım. Çünkü bunun günahla alakası yok. Niye Müslüman bir nesilde olmuyor, 500 yıldır bilim adamı yetişmiyor, onu bilmiyorum. Ama bu soruyu sormak lazım.” (Hürriyet, 26.05.16)
Hakikaten bu soru en önemli sorulardan biridir. Ancak belki de en az tartışılan sorudur.
Elbette pek çok sebep sayılabilir. Ama hangi sebebi irdelerseniz son tahlilde bu sebebin gelip “devlet” anlayışımıza dayandığını görürünüz.
Taha Akyol Müslümanların bilimde geri kalışımızın nedeninin büyük oranda dinin siyasal ve ideolojik kodlamalarından ileri geldiğini söyler.
İlim Çin'de de olsa alınız anlayışını ilke edinen anlayıştan Müslüman Kardeşler teşkilatının kurucu lideri Seyyid Kutub'un Yunan Felsefesinin alınmasını hatalı görmesinin nasıl çıktığını soruyor Akyol.
İbn-i Haldun'u İslam bilin anlayışına örnek gösteriyor. Esasen İbn-i Haldun ile Seyyid Kutub'un bu konuda çok farkı yoktur. İkisinin de temel benzerliği insanı-toplumu kalbinden etkilemek yerine “sosyal nesne”ye dönüştürmesidir.
Bu ayrı bir konu.
Ama Türkiye neden bilim insanı yetiştiremiyor?
Örneğin neden teorisi olan bir biyoloğumuz, kimyagerimiz, fizikçimiz vs. yok. Türkiye'nin neden bir Ali Şeriati'miz yok, bir bulanık mantık kuramcısı Zade'miz yok. Teorisi olan bir ilahiyatçımız yok. Yok da yok.
Neden filozofumuz yok sorusunun yanıtı için “Felsefe Bayiliği” isimli çalışmamıza bakılabilir.
Ama hangi alanı irdelerseniz bilim ve düşünce adamından çok coşku ve ideolojik goygoyculuktan başka bir şey göremiyorsunuz.
Neden bizim din anlayışımız hepten ithaldir. Tasavvuf yorumumuz, itikad yorumumuz, siyasal İslam yorumumuz, İslami modernizm yorumumuz, devlet anlayışımız, eğitim anlayışımız vs. hiç birisi bize ait değildir.
Hiç birisi yerli değildir. Yerlilik tartışmasını siyasal alana taşıyan Ak Parti hükümetlerinin yerli sanayi düşünüp yerli eğitim ve yerli sosyal bilim düşünememesi bir çelişkidir. Bir an önce zihin endüstrisinin de teknoloji endüstrisi kadar önemli olduğunun farkına varılmalı ve yök, üniversiteler ve MEB nezdinde planlama yapılmalıdır.
Neden bilim adamı yetiştiremiyoruz sorusunun teknolojiden çok sosyal bilimlerde sorulması gerekir.
Sosyal bilimler dünyada da Türkiye'de de İbn-i Haldun ile başlayan ve Auguste Comte ile devam eden ağır pozitivizmin etki alanı içinde yok olup gitmektedir.
Neden bilim insanı yetiştiremiyoruz sorusunun yanıtı yüz yıllık planlamayı gerektirdiği için ilgili insanlar ile tartışılması gerekir elbette.
Ama bunun için öncelikli olarak bu soruna sahip çıkacak devlet anlayışının olması lazım.
Halife Me'mun'u kurduğu Beytulhikme ile anıyoruz. Beytulhikme ruhu İslam dünyasında yok olunca bilim de Avrupa'ya geçti. İslam dünyasını terk etti.
Buradan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere Bilim Sanayi ve Teknoloji Sayın Dr. Faruk Özlü'den ve MEB bakanı Sayın İsmet Yılmaz'dan insanımızı ve insanlığı ilgilendiren bu soruna eğilmelerini umut ettiğimi belirtmek istiyorum.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...