29 Eylül 2017 Cuma

Şehir şairi öldürür---Mustafa Çevik

Öğrenciliğim yıllarında burnundan kıl aldırmayan bir şair ile karşılaşmıştım Kadıköy-Üsküdar otobüsünde. Şiirlerini okuyup saygı duyduğunuz bir şairle otobüste karşılaşmak hoş bir sürprizdir elbette.
Hemen kalkıp yer verdim. Belki de yüzlerce kez sorulmuş soruyu ben de sordum. Dedim ki:
-Hocam çok güzel şiir yazıyordunuz. Neden yazmayı bıraktınız? Cevap şöyle oldu:
-Otobüste karşılaştığım birine neden şiir yazdığımı anlatacak durumda değilim.
Ben de 19 yaşında bir genç olarak bozuldum hafiften ve:
-Zaten öylesine sormuştum dedim. Sonra bozulduğumu anlayınca şöyle düzeltti.
-Genç, şiir yazmak için serseri olmak lazım, dedi.
Buradaki “serseri” kelimesi başına buyruk anlamındadır. Elbette başına buyruk yaşamak o kadar da kolay değil. Öyle istemekle de olmaz.
Eğer sırtınızda sorumluluk yükü var ise ser-best olamazsınız. Özgürce hareket edip yazamazsınız. Ser-best başı bağlı demektir. Eskiden kölelerin başı açık olurdu başı bağlı olmak özgür insanın simgesiydi. 40-50 yıl öncesine kadar bir çocuğun başında mutlaka bir şey konurdu. Bu özgürlüğün belirtisiydi. Başını bağlayabilme özgürlüğüne serbesti denirdi. Şair de özgür olduğu oranda şair olabilir. Ruhu, bedeni, kişiliği ekonomisi vs. Özgürlük her istediğini yapabilme gücü değil her istediğini yapmayabilme gücüdür.
Ancak şehir insana fazla sorumluluk yüklüyor. Öyle ki çoğu insan çevresine, göğe, dağa bir kere bakmadan ölüp gidiyor. Tefekkürü zaten bekleyemiyorsunuz şehrin mahpus ettiği bu insana.
Çünkü mütefekkir gibi şair de şehirde ideolojiye bulaşır, siyasete bulaşır, paraya bulaşır, çoluk çocuğa bulaşır. Okula, takside, ev ödevine, TEOG ve ÖSYM sınavlarında çocuğunun kaç net yatığı/yapacağı kaygısına bulaşır.
Otobüs kuyruğu, ATM kuyruğu, ekmek kuyruğu, ödeme kuyruğuna girmiş bir şairin şairliği ölür.
Ruhu bütün bu yapma, çakma ve abartılı amaçsız sorunlarla karartılan ve gasp edilen şair elbette yazamaz.
Şiir, hikmet, felsefe ve düşünce şehirli değildirSanayileşmiş kentlerin ürünü hiç değildir. Bütün bunları yok eden şehrin kalabalığı değildir. Şehrin kuruluş amacı ve kurgulama şekli ile ilgilidir.
Bugünkü şehirlerin çoğu daha çok insanı bir araya toplayıp onların emeğinden yararlanmak için kurgulanır. Şehirde varlıklı insanlar vardır hizmetlerini görmek için yoksul insanları şehre çağırır. Sınıf farkı, düşünce farklılığını, mekan, eğlence, eğitim ve hayal farkını da beraberinde oluşturur.
Şehrin insanı karşılıklı güven yerine gardını almış insana dönüşür. Çünkü tanımıyor karşıdaki kişiyi. Dolayısıyla masumiyet karinesiyle hareket etmek yerine suçluluk karinesi tesis edip herkesin potansiyel kötü olabileceğini düşünerek yaşamını ve güvenlik alanını tesis eder.
O yüzden şair şehirde ölür, yaşayamaz. Şair ya içine kapanan bir münzevi gibi yaşayacak ya da kalabalık içinde “bir ağaç gibi tek ve hür” yaşayacak. Etrafındaki olaylardan istediğini seçip onun üzerinde yoğunlaşacak kadar irade sahibi olması gerekir. Bu kadar sağlam irade mümkün olsa da şairliğin ve şiirin doğal eko sisteminin bozulduğunu göstermektedir.
Şehirde ölen sadece şair değildir. Duygu da ölür, düşünce de ölür, hikmet ölür felsefe ölür. Çünkü şiir ve bütün bunlar ya aşka, ya öfkeye, ya özleme, ya da üzüntüye dairdir. Yoğun çalışan, iş-ev arasında sıkışan insanın bunlara vakit ayırması bile zordur. Aşka, özleme, öfkeye yoğunlaşmak için vakit bulamaz. Yüzeysel yaşaması gerekir. O yüzden şehir şairi öldürür diyoruz. Sığ yaşanmış bütün bu duygu ve heyecanlar insanın insanlığından çalınmaktadır. İnsandan gidiyor her şey. İnsanın duyguları giderek sığlaşıyor. Giderek insanın sadece bedeni kalıyor ortada. Şehir insanın içindeki insanı öldürüyor.
Şiir nihayetinde bir sanat faaliyetidir. Sanatın en yalın tanımı içten gelen bir duygu ile dıştaki nesneyi tanımlamaktır. Başka bir deyişle şiirin öznesi şairin içinde oldukça yazılan ve söylenen söz şiir sanatı olur. Dışarıdan dayatılan, öznesi dışarıda olan siyasal, dini, ahlaki veya toplumsal etkinlikler hiçbir zaman ortaya şiir çıkarmaz. O propaganda olur. Şiir ve propaganda arasında formel olarak bir benzerlik vardır. Her ikisinde de metafor vardır, coşku vardır. Ancak birinde şair istenileni söyler diğerinde istediğini söyler. Bir ifadeyi sanat saygınlığına ulaştıran şey onun estetik yapı içermesi değildir. Bilgisayarlar da estetik bir çok ürün ortaya çıkarabilirler. Orada insan öznesi etkin değilse o bir sanat ürünü değil sanayi ürünüdür. Sanat ürünü için kişinin içindeki insanı terk etmemiş olması gerekir. Şiir insan kaldığımız sürece var olacaktır. Şehrin ekonomik ve siyasal dayatmalarına kendimizi kaptırdığımız oranda içimizdeki insandan taviz veririz. Hatta giderek bu kapılma ve savrulma bize sanatın amacıymış gibi görünür. İşte o insanın, şairin, sanatın, inancın, vicdanın ve içtenliğin öldüğü yerdir. Çünkü şair ser-best olabilen kişidir. Şehrin kuralları düzleştikçe, keskinleştikçe şehire tutunması zorlaşır şairin. Giderek şehirde tutunacak yer kalmıyor
https://twitter.com/drmcevik

20 Eylül 2017 Çarşamba

Cennet Ötekidir, Sartre'ın Yanılgısı

Klasik felsefe konularına insan insan ilişkisini eklemekle yeni bir varoluşçu gelenek kazandıran Sartre özgürlük, öteki ve yabancılaşma bağlamında insanın insan ile ilişkisinin zararından söz eder.
Diğer insanların bakısı altında yaşayan insanın özgürce hareket edemediğini ve dolayısıyla bütün eylemlerini “öteki”nin baskısı altıda yürüttüğünü söyler. Bu da insanın kişi olmasını ve özgürlüğü yakalamasını engellediği içi aslında bir tür cehennem hayatı yaşadığını söyler.
İnsanın yaptığı ve söylediği her şeyde ötekinin baskısı varsa eğer kişi özgür değil baskı altındadır Sartre'a göre.
Baskı altında geliştirilen bir kişilik tarzının veya yaşam tarzının kendinden uzak bir tarz olması nedeniyle aslında kişi ötekinin baskısıyla kendine yabancılaşır, der.
Öteki” tarafından oluşturulan benin maruz kaldığı bu yabancılaşma nedeniyle aslında bir nesneye dönüştürülmüş olur insan.
Bu durum Sartre için bir çalıntı hayat bir sahte hayat demektir.
**
Sartre'ın insan ilişkilerine getirdiği bu kurgu şekli insanın insan ile sürekli mücadele içinde düşünülmesinden kaynaklanıyor. İnsan diğer canlılar gibi hatta cansız varlıklar gibi sürekli olarak bir çatışma halinde var olur ona göre.
Çatışma zorunlu olarak ötekinden kaçmayı veya ele geçirmeyi beraberinde getirir.
Oysa çatışma değil evrende var olan dengedir. İnsanın diğer canlılar gibi veya nesneler gibi bir varlık kabul edilmesi durumunda çatışmacı tez-antitez-sentez ilişkisi içinde değil sürekli bir denge içinde varlığını yürüttüğünü dengenin yok olması halinde varlığının tehlikeye girdiğini görüyoruz.
Denge ilişkisi en çok insan için geçerlidir. Denge hem bedenimizde hem de düşünme şeklimizde vardır. Kaçınılmaz olarak uçları değil ortalama yaklaşımları severiz hep.
Bencilliği de değil kendini yok saymayı da aşırı buluruz. Sürekli olarak ne sadece kendimiz ne de başkası merkeze konulamaz. İkisi arasında dengeyi bulmadıkça içimize sinmiyor hiçbir söz, eylem ve durum.
Bunun için ötekinin her zaman sözümüzü, düşüncemizi ve eylemlerimizi dengede tutma işlevi vardır. İnsan ötekinin varlığıyla makul olmayı, adil olmayı, dengeli düşünmeyi öğrenir. Doğuştan hayvansal bencilliğe sahip insan zamanla dengede durmayı, dengeli düşünmeyi ve konuşmayı öğrenir.
Her şeyin yerinin kendi istediği yer olduğunu zanneden bencil insan “öteki”nin varlığıyla huzura ermeyi öğrenir.
Her kişi karşıdakinin aynasıdır. Kişiyi hizaya getiren, kişiyi rasyonel düşünmeye zorlayan ötekinin varlığıdır.
Adalet, bir şeyin olması gereken yerde olması diye tanımlanır. Olması gerekeni bulmanın yolu ötekinden kaçmak veya ele geçirmek değildir. Ötekini yok saymak da değildir. Ötekiyle var olur insan. Ötekiyle ahlak anlam kazanır. Ötekiyle hukuk vardır. Ötekiyle insan insan olur. Onun için Satre'ın dediği gibi öteki Cehennem değil Cennettir.

12 Eylül 2017 Salı

Deizm ve paganizm cahillerin, teizm ise entelektüellerin dinidir

Mustafa Çevik 12.09.2017 Milat Gazetesi


Son dönemde bir deizm muhabbetidir gidiyor. Deizmin sanıldığının aksine bir entelektüel düşünce değil aslında düşünce tembelliğinin sonucu ortaya çıkan bir tutum olduğunu belirtmek gerekir.
Peki deizm nedir? Özetle deizm evrenin bir yaratıcı tarafından var edildiğini, kurallarının konduğunu ve daha sonra da kenara çekildiğini ileri süren bir Tanrı anlayışıdır. Kenara çekilmiş, paranteze alınmış ve “sözün konusu edilmek istenmeyen” bir Tanrı söz konusudur bu inançta.
Hangi düşünürlerin deist olduğuna dair listeler yapılır. Ancak kimin deist olduğu konusunda bir fikir birliği olduğunu söylemek zordur.
Ancak burada kimin deist olduğuna dair bir “deizm tarihi” yazmayacağız.
Tartışılması gereken bir başka konu da Türkiye'de gerçekten deizm oranı yükselip yükselmediği sorunudur. Bu konuda alarm zilleri çaldığını söyleyen insanların bir araştırmaya dayanmadan konuştuklarını görüyoruz. Örneğin Yeni Şafak'ta Faruk Beşer “Gençlerimiz neden ateist ya da deist oluyor?” diye yazmış ama her hangi bir kaynağa dayandırarak gerçekten deizm oranının artığını söyleme gereği duymamış. Benzer şekilde Karar gazetesinden Mustafa Öztürk de “Deizmin Ayak Sesleri” başlıklı yazısında deizm tehlikesinden söz ediyor ancak bunu bir bilimsel veriye dayandırma gereği duymuyor. Basına yansıyan haberlerin çoğunun ciddiyetten uzak bu minval üzere olduğu görülebilir bakıldığında. Benim kişisel kanaatime göre Türkiye'de gençler arasında bir deizm tehlikesi yoktur. Dini pratikleri yerine getirmeyenleri deist diye nitelemek zaten deizmi bilmemektir. Bunlar ayrı konular.
Bizim tartışmak istediğimiz şey şu: Deizm ve paganizm iki tanrı anlayışın uç noktalarıdır. Teizm ise dengeli ve tutarlı olma kaygısı taşıyan bir tanrı anlayışıdır. Bu arada klasik semavi dinlerin genel olarak “teist” kabul edildiğini belirtelim.
Deizm, yukarıda belirttiğimiz gibi, Tanrı'ya hayatın içinde, daha doğrusu evrenin içinde yer vermemektir. Paganizm ise Tanrı'yı evrendeki kimi canlı veya cansız varlıkları bizzat tanrı kabul etmektir. Birincisi Tanrı'yı evrenden uzaklaştırır, soyutlar. İkincisi de Tanrı'yı evrende somut olarak tanımlar, tasvir eder ve sınırlar.
Her ikisinin ortak noktası kolaycılık, kaba tasarım ve düşünce sığlığıdır. İkisinde de Tanrı-evren ilişkisinin nasıllığı üzerinde bir tartışma yapma gereği duyulmaz çoğunlukla. Bunun iki olası nedeni vardır. Ya düşünce tembelliğidir ya da umursamazlık.
Deistler evrendeki düzenli işleyişi görür ancak Tanrısal iradeyi karıştırmak istemez. Kendisinin hayatı ve içindekileri yönlendirdiğine dair özgürlük vurgusu ve umursamaz tutumu vardır. Tanrının evrenin içinde kabul etmesi durumunda doğuracağı varoluşsal sorunların üstesinden gelmekten korkulduğu için Tanrı bir anlamda “parantezi alınmak” istenir.
Oysa Tanrı'nın varlığını kabul edip onun evrendeki etkisini izah etmemek birçok metafizik sorunun yanıtsız kalmasına neden olur. Onun için deizm aslında düşünmekten kaçıştır. Bir felsefi ve zihinsel tembelliktir, denilebilir.
Paganizmde ise kaba bir tanrı-insan ilişkisi vardır. İnsanın çevresindeki “düşünmeyen, akdetmeyen vs.” kimi varlıklar tarafından yönetildiğine dair inançtır. Kendisine faydası olmayan birçok kişinin, cismin veya kavramın dünyadaki olayları yönettiğine dair inanç da farklı bir şekilde düşünme tembelliğinin sonucu ortaya çıkmış bir teoloji şeklidir.
Ancak “teizm” böyle değildir. Teistik dinlerde, yani İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik, Allah'ın varlığı ile birlikte evrene ve içindekilere etkisi de tartışılır. Bu kabul ile birlikte birçok felsefi ve kelamı sorunun yanıtlanması için tarihte milyonlarca kitap yazılmıştır.
Bu teistik inançla birlikte Allah-evren, Allah insan ilişkisi, özgürlük-kader sorunu, insanın yaratılışı, sorumluluğu gibi sayısız felsefi sorunun entelektüel zemini üzerinde düşünceler üretilmiştir.
Teizm her gün karşılaştığımız felsefi-teolojik sorunları görmezden gelmek, hasıraltı etmek veya kabaca çözüm üretmek yerine “mükemmel Tanrı” ile evrenin ilişkisini anlamaya çalışmıştır.
Sorunları görmezden gelmek veya kabaca çözmeye kalkışmak bir cahillik tutumudur. Onların rasyonel zeminde tartışmak, anlamak veya çözüm üretmek ise entelektüel bir tutumdur.

10 Eylül 2017 Pazar

ŞEHRİ KUTSALDAN ARINDIRMAK---

Mustafa Çevik

ŞEHRİ KUTSALDAN ARINDIRMAK

Mustafa Çevik
Kutsal nedir? Kutsallaştırılmış nedir? Bu soruların tartışmasını daha önce “Kutsalın Anlam Alanı” başlıklı yazımızda yapmıştık. Onun için buruda üzerinde durucağımız nokta şehrin imar yapısının kutsaldan ve kutsal ögelerden arındırılmış olması sorunu olacaktır.
city and sacredness ile ilgili görsel sonucu
Bilindiği gibi modern dönemle birlikte yaşamın her alanında olduğu gibi kentin imarı ve mimarı da sekülerleşmiş veya sekülerleşmesi istenmiştir. Kentin yollarından yapısına, kültüründen kurallarına her şey öncelikli olarak kutsal imgelerden ve anlamlardan arındırılmak istenmiştir.
Varsayım şudur: insan ilkel dönemde kent/gund ruhu yapısını oluştururken tamamen dinden ve kutsaldan uzak amaçlarla bir araya gelmişti. Daha sonra sömürü amaçlı ekonomik ilişkiler kentin tekelde tutulması için din ve onunla ilişkili olarak kutsallık fikri inşa edilmiştir. Buna bağlı olarak kentin kuralları ve kurumları tamamen dinleştirilmiştir. Onun için şehrin/kentin dinden ve kutsaldan arındırılması ve eski “seküler kent” yapısına kavuşturulması gerekir. Bunun yolu da hümanizme dayalı yeni insani değerler inşa etmektir.
Sosyal Darwinizm eğilimiyle izah edilen kentin ve insanın tarihinin gelişim tamamen alt yapı-üst yapı ilişkisi üzerinde izah edilmiştir.
Bu anlayışın varlık bulmasının ilk önermesi, “Tanrı yoktur insan onun icad etmiştir.” Bu önermeyi kabul ettikten sonra kentin ve insanın tarihine dair yapacağınız okuma seküler okuma tarzından başka bir şey olamaz. O zaman kentin seküler okumasının bir dindara özelde ise bir Müslümana kabul ettirilmesi itikad olarak yanlıştır ve tutarsızdır.
Öyle ise Müslümanların kendi teolojileriyle uyumlu bir kent tarihi okuması yapmaları şarttır. Kentin salt ekonomik ve seküler gereksinimler nedeniyle bir araya geldiğini söylemek İslam başta olmak üzere hiçbir dinin teolojisiyle uyuşmadığı gibi sadece materyalizm ve sosyal “Sosyal Darwinizm” ile uyumlu olduğu söylenebilir. Kaldı ki köylerin ve kentlerin (kent/gund) ilk oluşumundaki motivasyonun salt ekonomi ve seküler gerekçeler olduğunu söylemek zordur. Asıl etkin olan şey ailedir. Aile Ademin yaratılışı ile başlar. Ademin çocukları Habil ve Kabil'in kavgasının Yaratıcıya kurban sunma konusunda olduğunu düşünecek olursak semavi dinlerin ortak inancında yerleşim refleksinin temelinde ekonomi değil inanç ve değerler olduğu kabul edilir.
Elbette insanın evrilerek bu günkü hale geldiğini söyleyen sosyal Darwinizm için bunun bir anlamı yoktur. İslam ve evrim düşüncesinin uyumunu ileri süren “Müslüman Evrimciler”in bunu nasıl izah edeceği de kendi sorunlarıdır elbette.
zemzem tower ile ilgili görsel sonucu
Şehir ve kutsallık her zaman iç içedir. Sanıldığı gibi şehir seküler başlayıp kutsal imgeler ve amaçlar monte edildi şeklindeki bir tarihsel süreç gerçekleşmemiştir. Ve bunun tarihsel veya arkeolojik kanıtları da yoktur. Tarihte insanın var olduğu her yerde değer de vardır, din de vardır, kutsal da.
Son birkaç yüzyıldır insanın metafizik alandan soyuntandırılmasının etkisiyle kentin kutsaldan arındırılması projesi bilinçli olarak planlanmış ve yürütülmektedir. Çünkü İnsan hayatında Yaratıcının izleri, dinin ve ahlakın izleri yok edilmek istenmektedir.
Bugün kentlerin sokağı, caddesi, eğlence merkezleri, mimari dokusu, alt yapısı vs. planlanırken tamamen güvenlik, işlevsellik, ticari ve estetik gibi kaygılar dikkate alınmaktadır. Şehrin planlamasında “iyi”nin ve “manevi” olanın planlanması düşünülmemektedir. Çünkü yaşanabilir kentin conforlu kenttir. Bu düşüncede olan bir şehir planlamacısı açısından şehirde iyiye, anlama ve maneviyata gerek yoktur çünkü onlar aslında birer gerçek ihtiyaç değildir.
Bu durum giderek ailenin yaşadığı “ev mimarisi”ne de yansımaktadır. Evin ibadet, ahlak, aile mahremiyeti ve benzeri kaygılar gözetilerek yapılması için evi yaptıranın özel talebi olması gerekmektedir. Yoksa kentlilere uygun görülen ev yaşamı seküler ve manevi değerlerin önemsenmediği mimari yapıdır. Kutsalın izlerini ev ve sokakta istemek özel istek olduğu için artı maliyet gerektirmektedir. Bir çok insanın bir ev için “lüks” kabul edilen artı maliyet ödemesi söz konusu olmadığından bu durum giderek olağan ve yaygın kanıya dönüşmektedir.
Nasıl oldu da böyle bir imar ve kent anlayışı gelişti? Ve aslında nasıl bir kent ve imar anlayışı olması gerekir? Bunları bir başka yazıda ele almak dileğiyle. İyi pazarlar.

5 Eylül 2017 Salı

Bu bayram da “içimizdeki öküzü” kurban edelim -- Mustafa Çevik

 


Bu bayram da “içimizdeki öküzü” kurban edelim

Mustafa Çevik

Milat Gazetesi - 04.09.2017

Evet kurbanın ne olursa olsun bıçağı neye salladığın ve neyi yere yatırdığın önemlidir. İster koç ister keçi ister büyük baş kes. Nefsini, kibrini, cebrini, kinini kurban etmelisin. Esas olan pazardaki değil içindeki öküzü kurban etmektir. Onun için gel bu bayram içindeki öküzü yatır bıçağa.
İbrahim en sevdiğini yatırdı bıçağa. İsmail'i feda etti. Kendine “evlat katili”dedirtti. Umursamadı. Onun hayali halkın alkışladığı “trajik kahraman” olmak değildi. Onun hayali Cananın takdir ettiği “gerçek kahraman” olmaktı.
abraham sacrificing isaac painting ile ilgili görsel sonucu
Bıçağı önce kendi içindeki şeytanın boynuna atmalısın.
İbrahim bir de babasını kurban etti. İbrahim Azeri reddetti.
Babasına, atasına ve soyuna tapanlara derstir İbrahim. İlkesi için imanı için, rüyası için.
İbrahim sevdiğini sevdiği için kesti. Biz neyi kesiyoruz. Kim için kesiyoruz?
Başkasının evladını kesiyoruz, başkasının evladına kıyıyoruz. Niçin? Kendi hırslarımız için. Şeytani ve hayvani tutkularımız için.
Kişinin taptığı sevdiğidir. Neyi niçin kestiğimizi, kim için kestiğimizi bilmeliyiz.
Mesajı doğru iletmek için, mesajı doğru anlamak için kurbanın ne olduğunu anla önce.
Bıçağı neye uzattığımızı düşünmeden salladığımızda o bıçak Rahmanla irtibatımızı kesebilir.
Sen o bıçağı nefs koçunun boynuna atabiliyor musun?Riyakâr, günahkâr yaşamına bir bıçak atabiliyor musun?
Bir düşün geçmiş yaşamını. Neye kurban ettinse onu bu gün yatır yere. Onun boynuna salla bıçağı bugün.
Nefsine mi, şeytanına mı, hırsına mı, paraya mı, atalarına mı, soyuna mı, neye feda ettin geçmiş yaşamını? Bir kere daha düşün ve karar ver.
Sen taptığın o nefsini ve gururunu ne zaman kurban edeceksin? Onu haber ver.
Sen malınla, evladınla ve gelirinle sınavdasın farkında mısın? Sınavı geçtin mi bunu düşün?
Gel nefsini kurban et bu bayram. Nefs senindir, mal senindir. Aklını, vicdanını kurban etme. Kendini kurban et canana.
Dünyanın ateş çemberine odun taşıyan ellerini kurban et bu bayram.
Dostunu yaralayan dilini, komşuna güven vermeyen elini kurban et. Ayıpları gören gözünü, onları ifşa eden sözünü kurban et.
Hakikati görmeyen kalbini kurban et. Bu bayram da İsmail gibi sen yatır kendini bıçağa.
Hırslarını, ayıplarını, kurnazlığını yatır bıçağa. Bırak pazardan koç alıp kesmeyi. Sen önce içindeki koçu, içindeki öküzü yatır bıçağa.
Desinler diye kurban kesiyorsun. Hayvanı nefsin için kesiyorsun. Asıl olan nefsini ve içindeki hayvanı kurban etmektir. Rüyanı riyana kurban ediyorsun. Asıl olan riyanı rüyan için kurban etmektir.
abraham sacrificing isaac painting ile ilgili görsel sonucu
Bedenleri kurban etmek kolay elbet, Nefsini, şeytanını, riyanı kurban etmelisin.
Yoksa sen hayvanın bedenini kurban edersin, nefsin ve riyan da seni kurban eder her sene, her saniye.
Sen kurbanlık hayvana bıçak çekersin, nefsin de sana bıçak çeker her sene.
Sen nefsini, hırsını kurban etmezsen, kardeşini, dostunu, komşunu kurban edersin her sene.
Ne diyor Mevlana?
“Nefs öküzünü kurban edebilirsen, ayağını gökyüzünün başına basabilirsin.”
İyi bayramlar efendim.

1 Eylül 2017 Cuma

Ateistler Ahlaklı Olabilir Ama Neden Ahlaklı Olduklarını İzah Edemezler ----- Mustafa Çevik (2008)




Ateistler Ahlaklı Olabilir Ama Neden Ahlaklı Olduklarını İzah Edemezler [1]

 Mustafa Çevik

Ahlâk felsefesi söz konusu olduğunda temel tartışma konularından ikisi şöyledir: birincisi, “iyi veya kötü yargılarının kriteri nedir?” ikincisi de “iyi veya kötü yargılarına ben neden uymalıyım?”
Bir şeye veya olaya iyi veya kötü denmesinin anlamı ve felsefi gerekçesi nedir? Bu bir durum tespiti midir yoksa bir değer koyma mıdır? Eğer bir şeye iyi veya kötü derken yaptığımız şey bir durum tespiti ise bu demektir ki biz, insanlık olarak, o şeye iyi veya kötü demeden önce de o şey iyi veya kötüydü. Dahası,  iyi veya kötü olduğunu aktardığımız şeyin veya olayın kötülüğü nereden kaynaklanmaktadır. Bu durumda iki ihtimal söz konusudur: (a) ya o şeyin iyiliği kendi doğasındadır veya (b) o şeye iyi değeri iliştirilmiştir. Bir başka deyişle bir şeyin veya olayın iyiliği ya ontolojiktir yani kendiliğindendir veya relatiftir yani ilintiseldir.
Bir teist için iyilik ve kötülük vasfının olayın kendisinde olduğunu söylemek oldukça ciddi teolojik problemlere neden olur. Mesela, eğer iyilik ve kötülük varlıkların özünden bir şey ise o halde Tanrı değer koyucu değil varlıklarda mevcut iyi ve kötü değerlerin habercisi konumunda olur. Oysa teist için Tanrı değer koyandır. Belki denilebilir ki Tanrı varlıkları yarattığı an kimini özde kötü kimini de özde iyi olarak yaratmış ve değerleri insana bildirdiği zaman tek yaptığı şey daha önceden yaratmış olduğu iyi-kötü varlıkları haber vermektedir denilebilir. Ancak böyle bir durumda da Tanrı’nın farklı zamanlarda ve mekânlarda bir varlığın değerini değiştirme yetkisine sahip olmayan bir varlık olarak düşünülmüş olmaktadır. Çünkü eğer varlık ile ahlaki değer arasında a priori bir zorunluluk var ise Tanrı’nın apaçık mantıksal ilkelerle çelişip a priori olarak iyi olan bir şeye kötü demesi düşünülemez. Çünkü teistik Tanrı anlayışlarının temel paradigmalarından biri de Tanrı’nın çelişki içermeyen bir varlık olmasıdır.
ethics of atheists ile ilgili görsel sonucu
Ayrıca bir şeyin ahlaken iyi veya kötü olan niteliğinin bir şeyin özünden veya o şeyde var olan ayrılmaz bir nitelikten kaynaklandığı kabul edildiğinde ise bir tür ahlaki dogmatizme varılmış olur. Böyle bir durumda geriye kalan şey insanların varlıklardaki ve eylemlerdeki o sözü edilen ‘ayrılmaz nitelik’i bulmaktır. Ahlaki değerlerin ontolojik olduğu varsayımı hem ateistler için hem de teistler için sorun olur. Örneğin İslam düşünce tarihinde husun-kubuh (iyi-kötü) tartışmaları arasında en çok üzerinde durulan problemlerden biri de “Allah bir şeye, o şey iyi olduğu için mi iyi demiş, yoksa iyi dediği için mi o şey iyi olmuştur?” şeklindeki Platon'un Euthypro ikilemidir. Bu bağlamda rasyonel düşünce taraftarı olan Mu’tezile ekolüne göre kişi aklıyla neyin iyi ve kötü olduğunu bilebilir. Onlara göre her şeyin bir yaratılış nedeni olduğu gibi aklın da yaratılış nedeni iyi ve kötüyü bulmaktır.[2] Buna göre kişi iyi ve kötüyü bilmek için Allah’ın bildirmesine gerek duymaz. Ancak Eş’ari ekole göre akıl,  iyi (husun) ve kötüyü (kubhu) anlamaya yeterli değildir o sadece kendisine bilidirileni anlamak için bir araçtır.[3] Bir başka Sünni düşünür olan Maturidi ise aklın işlevini biraz dah artıran Mu’tezile ekolüne kısmen daha yakın bir husun kubuh teorisine sahiptir. Recep Kılıç Maturidi’nin bu konudaki düşüncesini şöyle değerlendirir: “adalet ve doğruluk gibi kendinde iyi olan ahlaki fiilerin iyiliği aklen zorunlu; kötülüğü de aklen imkansızdır. Aynı şey, kendindekötü olan zulüm ve yalanın kötülüğü için de aynen geçerlidir.”[4]
 Bir kişi bu ikilemden hangisini kabul ederse etsin çözümü zor karmaşık problemlerle boğuşmak durumunda kalacaktır. Örneğin ahlaki değerlerin varlıkların ayrılmaz kimi niteliklerinden kaynaklandığını söylemekle aynı anlama gelen birinci şıkkı düşünelim. Yani “bir şey iyi olduğu için Allah o şeyi iyi diye nitelendirmiştir”  düşüncesi. Bu varsayımda insanın iyi ve kötü değerlerinin bilinmesinde bir anlamda Tanrı’nın by-pass edilmesi söz konusudur. Çünkü, eğer iyi ve kötü değeri orada yani varlıklarda ayrılmaz bir biçimde var olmaya devam ediyorsa insanın onu bir şekilde keşfetmesi mümkün gibi görünmektedir. En azından imkansız değildir. Bu varsayımın karşımıza çıkaracağı ikinci bir sorun ise yukarıda da kısmen değinildiği gibi değer koyucunun kim olduğu tartışmasıdır. Bu yazının konusu olmadığından birinci şıkkın doğurduğu problemleri burada enine boyuna irdelemek gereksizdir. İkilemin ikinci, yani “bir şey, Allah ona iyi dediği için iyidir,” önermesine gelelim. Buna göre hiçbir yaratık bizatihi iyi veya kötü değildir. Ona iyi veya kötü değeri verilmiştir. Eğer bir teist ahlaki değerlerin belirlenmesini (vad’ını) Tanrı’nın keyfiliğine bağlarsa, yani “bir şey, Allah ona iyi dediği için iyidir” anlayışına inanırsa o durumda şu soruya yanıt vermesi gerekir: Madem ki Tanrı değer koymada tamamen keyfi davranıyor, öyleyse Tanrı hırsızlık, haksızlık ve zina gibi iyi olacağını düşünemediğimiz eylemleri iyi olarak niteleyebilirdi diyebilir miyiz? Bir teist için bu sorunun yanıtı şudur genel olarak: Tanrı değer koymada elbette keyfi davranmıştır. Ancak Tanrı’nın keyfi davranması onun yanlış yaptığı veya yapma ihtimalinin olduğu anlamına gelmez. Tanrı yanlıştan münezzeh (arınmış) olduğu için iyiye kötü, kötüye iyi demez. Neye iyi demişse o zaten iyidir. Kötüye de kötü demiştir.
Özetlersek, değerlerin bilinebilirliği söz konusu olduğunda kişi ya nesnellik taraftarıdır ya da öznellik. Nesnel düşünceye göre ahlak kuralları insandan bağımsız bir şekilde varlığını sürdürmektedirler. İnsan o değerleri keşfeder. Nesnelci ahlak taraftarı olan bir dindar için varlıklardaki veya olaylardaki iyi ve kötü değeri Tanrı tarafından verilmiştir. Ve insan da bu değerleri ortak bir şekilde elde edebilir. Çünkü nesneldir. Kişilere göre değişen bir durum yoktur. İnsan değerleri keşfedendir belirleyen değildir. Tanrı değerleri koyarken nesnelerdeki ve olaylardaki değerlerde keyfi davranmaz. Çünkü her biri birer yaratılmış varlık olan olaylar ve nesneler yaratılış sırasında ahlaki değer ile paralel yaratılmışlardır. Tanrı yaratırken varlıklara kendisiyle ve akılla çelişen ahlaki değerler koymaz. Dolayısıyla değerler ister akılla bulunsun ister Tanrı’nın emir ve yasaklarıyla alınmış olsun her ikisinde de aynı değer yargısına ulaşılır. Nesnel ahlak teorisi bu şekilde özetlenebilir. 
ethics of atheists ile ilgili görsel sonucu
Öznelci ahlak taraftarı olan bir dindar için ise varlıklardaki veya olaylardaki iyi ve kötü değeri yine Tanrı tarafından varlıklara ve nesnelere verilmiştir. Ancak Tanrı bu değerleri koyarken tamamen keyfidir. Ve ‘değer’ de sadece Tanrı koyduğu için değerlidir. Yoksa varlıkların veya olayların değerli oluşu Tanrı ile veya aklın doğası ile ilgili değildir. Bu nedenle biz akılla Tanrı’nın koyduğu değerleri anlayamayız. İyi ve kötü yargılarını bilmenin yolu Tanrı’nın neye iyi neye ve kötü dediğini bilmektir. Aksi takdirde insan kendi başına iyi ve kötü yargısına ulaşamaz. Dindar öznelciliği bu şekilde özetlemek mümkündür.[5]
Buraya kadar üzerinde durulan konu teizmin kendi içinde yaptığı “ahlakın nesnel olup olmaması” tartışmasıydı. Teizmde ahlakın kaynağının Tanrı olduğu ve Tanrı’nın emir ve yasaklarından yola çıkılarak elde edilmesi gerektiği konusunda kuşku duyulmamaktadır. Farklı versiyonları olmakla teizmin genel olarak ahlak’ın kaynağını bir evrensel kritere ve çoğunlukla da Tanrı’ya bağladıklarını söylemek mümkündür. O nedenle buraya kadarki tartışmaya neden olan şey Tanrı’sal dayanağı olan ahlakın insan tarafından nasıl bilineceği tartışmasıydı.
Tartışmanın bundan sonraki boyutu ise ateizmin ahlakı nasıl temellendirdiği sorunu olacaktır. Her şeyden önce tartışma götürmeyen şey, ateizmin temel çıkış noktasının ahlaki değerlerin insan ile olup bittiğini söylemesidir. Kuşkusuz yeryüzündeki bütün ateiztlerin aynı şekilde bir ahlaki temellendirmesi vardır demek kanıtlanması mümkün olmayan bir iddiadır. Nasıl ki bütün teistler ahlakı aynı şekilde temellendirmiyorlarsa bütün ateistlerin de ahlakı veya ahlaki olmayan durumu aynı şekilde temellendirdikleri söylenemez. Ancak ateizmin ahlaki temellendirme ile ilgili düşüncesini ele almak için bu düşünceyi özetleyen birkaç alıntı yapmakta yarar vardır.
Bertrand Russel, “Neden Hıristiyan Değilim?” isimli kitabında, iyi ve kötü’nün Tanrı’nın varlığıyla anlam kazanacağını ileri süren anlayışa itiraz için der ki “iyilikle kötülük arasında bir ayırım olduğundan eminseniz durumunuz nasıl olacaktır. Bu iki uç arasındaki ayrılık Tanrı’nın buyruğundan mı ileri gelmektedir? Eğer yalnızca Tanrı buyruğu yüzündense, o halde Tanrı’nın kendi için iyilikle kötülük arasında bir ayrım yoktur, bu yüzden Tanrı iyidir demenin bir anlamı kalmamaktadır.”[6] Robin Le Poidevin, Ateizm isimli kitabında Russel’in bu ifadelerini meta-etik bağlamda şöyle formüle eder: 1-Eğer teizm doğruysa, “Tanrı iyidir” ahlaki olarak anlamlıdır. 2-Eğer teizm doğruysa, Tanrı etikte açıklayıcı bir rol oynar. 3-Eğer “Tanrı iyidir” ahlak olarak anlamlıysa, ahlaki iyilik Tanrı’dan bağımsız olmalıdır.[7] Ateizme göre ahlaki iyi ve kötü değerleri uzlaşıya bağlıdır. Le Poidevin, ateizmin öznelci ahlak anlayışını şöyle gerekçelendirir: “Ahlakî özellikler bizim kendi onaylama ya da yadırgama hislerimizin bir yansımasıdır. Bu duygular kısmen doğuştan gelebilir, ama kuşkusuz çoğu toplumsal olarak koşullanmıştır. Bir an için bunu bir kenara bırakırsak, ahlaki özelliklerin doğal özelliklerin ardından gelme nedeni, belli doğal özellikler taşıyan eylemlerin  (örneğin, bile bile insan canı almak) genel olarak bizde yadırgama, acıma vb. duygular uyandırmaları ve böylelikle o eylemi kınamaya sevk etmeleridir. … Bunu bir kere kabul ettiğimizde, ahlaki bilgiye ilişkin hiçbir sorunun olmadığını görürüz. Belli doğal özellikler taşıyan eylemlerin sırf bizde belli duygular uyandırdıkları için yanlış olduklarını ‘biliriz’.”[8] Ateizm için bir eylemi iyi kabul etmemizi haklı kılacak şey Tanrı’nın onu ‘iyi’ olarak nitelendirmesinden çok o eylemde bulunan bir nitelikten dolayı olmalıdır. Bu nitelik her yerde ve her zaman geçerli olmayabilir. Ama eğer o an o eylemde benim için veya toplum için iyi bir nitelik varsa o iyidir.
Le Poidevin’in ahlaki iyiye uyma gerekliliği hakkındaki izahı da tipik bir ateist gibidir. Poedvin’e ateizm için bir iyi davranışı neden yapmalıyım sorusuna teistler çünkü Tanrı öyle istiyor yanıtını verir. Peki neden Tanrının isteğine uymalıyım? Çünkü sonsuz bir otoriteye boyun eğmeliyim. Peki neden sonsuz bir otoriteye boyun eğmeliyim … bu böyle sürer. “etmeliyim: çünkü ...meliyim, vb.” Oysa “eğer ben bir şeyi, eylemin kendi özellikleri yüzünden değil de, sadece başkası istediği için yapıyorsam, ahlaki olarak davranmış olmam… Tanrı’nın emirlerine uygun eylemde bulunmam eylemimi neden ahlaki kılsın ki?”[9]
Ateist için ahlaki ideal özerklik ve özyönetimdir. “Gerçek anlamda ahlaki fail başka güçlerin aleti olmak yerine kendi efendisi olmayı isteyen; sözde otorite olan bazılarının tebliğlerine güvenmek yerine beli tür eylemlerin haklılığına kendi başına karar veren faildir. Ancak eğer özerkliğe değer veriyorsak, Tanrı’yı ahlaktan uzak tutarız… Korkuya dayalı bir ahlaka ahlak denemez.”[10] Buna benzer bir tutumu bir agnostikten de duyabiliyoruz. Murtaza Korlaelçi’nin dediği gibi “ateizm, Hıristiyan bmatı dünyasında olduğu için, bu problemle uğraşanlar da, daha çok batıl ıHıristiyan düşünürler olmuştur.”[11] Kendisini bir agnostik olarak nitelendiren Mete Tunçay kendisiyle yapılan bir söyleşide benzer bir akıl yürütmeyi gündeme getirmiştir. Mete Tunçay, kendisine yöneltilen “Sizin inanmama sebebiniz nedir?” şeklindeki soruya “(b)ir havuç ve sopa söz konusu. Erdemli yaşarsak, bunun ödülünü alacağız. Kötülük yaparsak, onun da cezasını göreceğiz. Bu durumda ahlâklı olmak, ne kadar yüce bir şey, bilmiyorum. Bana böyle bir ümit ve korku olmaksızın, erdemli olmak çok daha cesur görünüyor.” şeklinde cevap vermektedir.[12]
Ateistik yaklaşımın temel paradigması mutlak olarak ‘iyi’ diye nitelendireceğimiz davranışa inanmak yerine iyinin öznelliğine inanmaktır. Buna göre iyi toplumsal uzlaşı veya bireysel tercihten başka bir şey değlidir. Bu demektir ki ateizmin ahlak anlayışı yukarıda izah edilen ikinci muhtemel yanıt olan (b)’nin yani ‘varlıklardaki iyi ve kötü değerlerinin ilintisel olduğu’ düşüncesiyle karşı karşıya gelmiş oluruz. (b) yanıtına göre varlıklar ile değer arasında bir öz birliği değil nitelik ilişkisi vardır. Yani varlıklar veya olaylar T1 zamanında iyiyken, T2 zamanında kötü kabul edilebilir. Bu değer koyucuya bağlı bir durumdur. Bu anlayış bizi seküler öznelci ahlak anlayışına götürür. Böylece ateizm, ahlakın temeline Tanrı’yı değil de insanı koyarak ahlakı ontolojik anlamda bir seküler zemine oturtmuş oluyor. Buna göre insan ahlakını kendisi ikame eder. Ahlaklı olmak için Tanrı’ya ihtiyaç yoktur. Ateizm için nesnel ahlakın imkânı zor gibi görünüyor. Çünkü insanı temele alarak yapılan bir ahlaki temellendirme taraftarıdır ateizm.  Gerçi Michael Martin, “Atheism, Morality and Meaning” isimli kitabında ateizmin nesnel bir ahlak anlayışına sahip olabileceğini söylemektedir ve “ateistlerin bir nesnel ahlak anlayışını takip etmek için bir neden ve bir motivasyonlarının olmadığına dair bütün eleştirilerin başarısız olduğunu” [13] ileri sürer.  Martin, ateizmin nesnel ahlak anlayışına sahip olmasının empati ile mümkün olabileceğini ileri sürer.  Tanrı inancı olmadan nesnel ahlak temellendirmesi ile tanrı inancı olduğu halde kişinin nesnel ahlak temellendirmesini rasyonel tarzta yapmaya çalışması arasında şekil itibarıyla bir farklılık yoktur. Birincisi Tanrı inancı olmadan nesnel ahlak temellendirmesini rasyonel zeminde yapmaya çalışırken ikincisi Tanrı inancı olmasına rağmen Tanrı ile temellendirmek yerine nesnel temellendirme yapmaya çalışmaktadır. Örneğin İslam tarihinde akılcı tutumuyla bilinen mutezile ekolünün Tanrı bize ‘husun’ (iyi) ve ‘kubuh’un (kötü) ne olduğunu bildirmese bile aklın görevi onu bilmektir derken aslında farklı bir tutum içinde olduğu söylenemez. Yalnız Mutezile hem ahlak hem de akıl Tanrı tarafından yaratıldığı için ahlakın akıl tarafından anlaşılmasını ontolojik bir zorunlu uyum olduğunu söylemekle ahlakı teolojik olarak temellendirdiğini söylemek mümkündür. Oysa ateist aynı nesnel ahlak kurallarına bir seküler temellendirme yapmaktadır çünkü Tanrı’dan bağımsız bir temellendirmedir ateizminki.
O zaman teistler ile ateistler arasındaki ahlaki temellendirme nesnel olup olmamasından çok ahlaki iyi ve kötü’nün meşruiyeti sorunudur. Yani nesnel de olsa öznel de olsa iyi davranış, iyi niteliğini hangi kaynaktan alıyor? Ateizmin iyi ve kötü temellendirmesini öznel ve nesnel olmaktan çok otoritesi ve meşruiyeti bakımından ele aldığını görmekteyiz. Yukarıda aktarıldığı gibi ahlaki iyi saptanırken de o ‘ahlaki iyi’ye uyulurken de ödül verecek olan Tanrı yerine kendi kişisel kararını koymanın önemsendiğini görmekteyiz. Le Poidevin’in dediği gibi “başka güçlerin aleti olmak yerine kendi efendisi olmayı isteyen”[14] ve  ‘sözde otorite’lere karşı çıkıp ‘kendi başına karar veren fail’ konumunda olmalıdır insan. Acaba gerçekten durum Le Poidevin’in dediği gibi midir? Öyle olsaydı ateistlerin birbirinden farklı ‘bağmısız iyi’ davranış kalıpları geliştirmiş olmaları gerekmez miydi? Ama görüyoruz ki ateistler de teistlerin ‘iyi’ dediklerine ‘iyi’, ‘kötü’ dediklerine ‘kötü’ demektedirler genel olarak. Dünyanın her yerinde fiili durum aşağı yukarı aynı şeyleri iyi veya kötü kabul etme şeklindedir. Bunun içindir ki ulusal hukukları bağlayıcı aynı zamanda birer ahlak metni olan ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ gibi ortak hukuk metinleri ortaya çıkmaktadır ve bu metinlerin içerdiği ahlaki zemin genel hatlarıyla hem ateist hem de dini yaklaşımların kabul ettiği bir zemindir. Veya dünyanın bir yerinde doğal felaket olduğu zaman teistler de ateistler de oraya yardım etmek gerektiğini söyleyebilmektedirler. Dünyanın her yerinde çalıştırılan işçinin emeğinin sömürülmesi kötü bir ahlaki davranış olarak kabul edilir. Ahlaki iyi sayılan davranış kalıplarının neredeyse bütün dünyada ve tarih boyunca aynı olması pratik anlamda bir evrensel ahlak yasasının varlığının kanıtıdır. Ancak bu demek değildir ki ateistler nesnel bir ahlak yasasına inanır. Bu sadece reel durumdur. Reel durumda ateistlerle teistlerin iyi ve kötü kavramları örtüşmektedir büyük oranda.
Burada şunu belirtmeden geçmek doğru olmaz. Ahlak kurallarının toplumdan topluma değiştiğine ilişkin anlayışı besleyen yanlış algılamalardan biri ahlaki davranış ile günah, gelenek ve örfi davranışların karıştırılmasıdır. Mesela yaşça büyük insanların yanında ayak ayak üstüne atmanın bir toplumda normal, bir diğer toplumda yanlış kabul edilmesi bir alışkanlık ve örf sorunudur. Ahlak sorunu değildir. Benzer şekilde evli olmayan karşı cinslerin flört etmesi kimi toplumlarda veya bireyde günah kabul edilirken kiminde normal karşılanması bir dini yaklaşım tarzıdır. Örfi veya dini olarak onaylanan davranışların ahlak ile ilişkisi ayrı bir araştırmanın konusudur. Ancak görebildiğimiz kadarıyla ahlaki iyi olarak kabul edilen davranışlar her toplumda benzer bir oranda kabul görmektedir. Mesela yardımsever olmak, dürüst olmak, adil olmak, vefalı olmak vb. Bütün bunlar dünyanın her yerinde en azından teorik olarak iyi kabul edilen davranışlardır. Tabi ki şunu da unutmamak gerekir. Bir dindar için ahlak ile din birbirinden ayrılmaz iki öğedir. Bu anlamda ‘ahlaki iyi’ din ile temellendirildiği için iyi ve kötü davranışlarla sevap ve günah diye kabul edilen davranışlar arasında bir örtüşmenin olması beklenen hatta kaçınılmaz bir durum olur.

ethics of atheists ile ilgili görsel sonucu
Bu konudaki yanlış anlaşılmalardan biri de teistler veya ateistler arasında yer alan ahlak dışı davranışın yaygınlaştığı zamanlardan veya yerlerden yola çıkarak teizmin veya ateizmin kötülüğün veya kötü ahlakın temeli olduğunu söylemektir. Burada olması gereken durum ile olan durum karıştırılmaktadır. Bu karıştırmaya en güzel örneği Sabah gazetesinin 29 Aralık 2007 tarihli sayısında Emre Aköz’ün yazısında görmekteyiz. Aköz,  “'İyi Ahlak' İçin Din Şart Mıdır?” başlıklı yazısını şöyle bitirir: “Benim gördüğüm şu: Fanatikler; dünyanın en iyi, en güzel, en yararlı fikir ve inançlarını dahi silaha dönüştürebiliyor.”[15] Unutmamak gerekir ki din güzel davranışları emreder. Bu, dinin olması gereken durumudur. Olan durum da değişebiliyor. Olan durumdan yola çıkarak olması gereken teorik durumu tartışmak hiçbir şekilde makul görülemez. Doğru olan, olması gerekenden yola çıkarak olanı sorgulamaktır.
Bütün bu yanlış anlaşılmalara rağmen toplumların ahlaki durumlarına bakılınca denilebilir ki ahlaki iyi’nin ne olduğu tartışması fiili olarak anlamlı bir tartışma değildir. Çünkü herkesin anlaştığı yaklaşık bir ahlaki iyiler listesi zaten vardır. İnsanlar bununla birbirlerini iyiliğe çağırmakta  (emr bil maruf)  ve birbirlerini yargılamaktadırlar. Örneğin savaş durumunda çocuk, yaşlı ve kadınların öldürülmesi çok az insan tarafından normal karşılanır. Öyle görünüyor ki ahlaki iyi ve kötü eylemlerin nesnel mi yoksa öznel mi oldukları sorusu sadece ateistler için değil aynı zamanda -yukarıda izah edildiği gibi- teistlerin de sorunudur. Çünkü, Tanrı değer koyucu (şârî’) olarak kabul edilse dahi, Tanrı bildirmediği zamanlarda bu değerlerin salt akılla bilinip bilinemeyeceği tartışması teistler için de sorun olarak tartışılmıştır. Nitekim İslam düşünce tarihindeki husun ve kubuh meselesinin mutezile ve ehl-i sünnet arasında bu bağlamda tartışıldığını görmekteyiz.
Öyle görünüyor ki ateistler ve teistler arasındaki esas ayrım en başta sorduğumuz “iyi ve kötü yargılarına ben neden uymalıyım?” sorusuna verilen yanıt konusunda olacaktır. Bu konuda ateizmin yaklaşımının “havuç ve sopa” bağlamından öteye gitmediği görülür. Hem Le Poidevin hem de Tunçay ikisi de ahlaki iyiye ben istediğim için uymalıyım şeklinde bir yaklaşıma sahiptirler. Eğer Tanrı’dan korktuğum veya onu sevdiğim için ahlaki iyiyi yapıyorsam bu etik bir davranış olamaz onlara göre[16] Ateistlerin ahlaki iyi ve kötü konusunda olgu (is) durumundan çok değer (ought) durumuna cevap vermeleri daha zor gibi görünmektedir.[17] ‘Hangi şeyler iyi veya kötüdür’den çok; ‘iyi ve kötü kabul edilen şu eylemleri neden yapmalıyım?’ sorusunun yanıtını aramak daha çok zorluklar içeren bir etik sorunu olarak görülmektedir. Teistler, ‘Tanrı istediği için yapmalıyım’ derken ateistler relatif düşünüp ‘ben istediğim için’ veya ‘toplumsal nedenlerle yapmalıyım’ demek durumundadırlar. Acaba ateistler kişiyi veya “ben”i değer koyucu olarak tanımlarken onu bir anlamda tanrılaştırmış oluyorlar mı? Eğer “ben” veya “toplumsal benlik” ahlaki iyinin kriteri yapılırsa bu bir anlamda ‘toplum’a veya ‘ben’e kutsallık atfetmektir. Toplum menfaati veya kişisel tatmin için ahlaklı olmak anlamına gelir bu durum. Ancak bu durumda toplumsal yararın ve kişisel tatminin bir evrensel kriter olarak sunulup sunulamayacağı kuşkuludur. Eğer evrensel bir kriter olarak öne sürülemez ise o zaman söz konusu iyi davranışı yapmalıdır diye bir başkası etik davranmaya özendirilemez. Eğer özendirilmeye değer bir iyi davranış olarak görülmüyorsa o zaman bu davranışın yapmaya değer bulunması da gerekmeyebilir.
Bu aşamada sorulması gereken soru şudur: ateistler ‘ben’in veya ‘toplumsal ben’in mutluluğunu evrensel bir kriter olarak sunabilirler mi? Bu soruya hayır dendiğinde, bir önceki paragrafta kısaca ifade edildiği gibi, evrensel kriteri ve dayanağı olmayan bir ‘iyi’ davranışın yaygınlaşmasını isteyemezsiniz. Başkasına tavsiye edemezsiniz. Çünkü eğer ahlaki iyi uzlaşıya dayalı (conventional) ise o zaman William Lane Craig’in dediği gibi “bu grup ahlakına uymamayı seçen biri modaya uygun davranmamaktan başka bir şey yapmamış,”[18] demektir. Bu soruya olumlu yanıt verildiğinde ise başka problemler ortaya çıkacaktır. ‘Ben’in mutluluğu evrensel kriter olarak kabul edilirse kişisel veya toplumsal ‘ben’ bilindiği gibi bazen çok uçuk şeylerle de mutlu olabilir. Örneğin her yerde nefretle anılan cinsel istismar yapan milyonlarca insanı mutlu edebilir. Veya rüşvetle iş yapma rüşveti alan açısından mutluluk nedeni olabilir. Ve bu sayı azımsanmayacak kadar da çoktur. Bunların ahlaki iyinin kriteri olamayacağı açıktır. Belki denilebilir ki bir olayın sadece yapan kişiye mutluluk vermesi ölçü olmaz empati yaparak aynı şeyin sana yapılmasında mutlu oluyorsan o zaman evrensel bir kriterdir denilebilir. Empati ile karşıdakini mutlu veya mutsuz eden eylemi bilmek ne kadar mümkündür. Hem bizi mutlu eden her şey bütün insanları mutlu edecek mi acaba, bunu nereden bilebiliirz? Empati herkes için geçerli olan bir mutlak iyiye ulaştırmakta yetersiz gibi görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki insanların mutluluklarını kriter edinmek aslında bir tür relativizme saplanmaktır kaçınılmaz olarak. Relativist ahlak anlayışını savunmak bir ahlakı savunmak demek değildir. Ahlak alanında kaosu savunmaktan başka bir şey değlidir.


KAYNAKLAR:
1.   Sait Yazıcıoğlu, Kelam Ders Notları, Ankara 1996.
2.       Recep Kılıç, Çağdaş  İngiliz Ahlak Felsefesinde Olgu-Değer Problemi, Felsefe Dünyası dergisi Sayı 23, 1997.
3.   Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992.
4.   İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, Umran Yayınları, Ankara 1981.
5.   Bertrand Russel, Neden Hıristiyan Değilim?, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul.
6.   Robin Le Poidevin, Ateizm, Ayrıntı Yayınyarı, İstanbul 2000.
7.   Mete Tunçay, 18 Nisan 2004 tarihli Zaman gazetesinde yer alan röportaj.
8.       Michael Martin, Atheism, Morality and Meaning, 2002, Prometheus Boks.
9.   Emre Aköz, 29 Aralık 2007 tarihli Sabah gazetesi.
10.                      Hüsameddin Erdem, Problamatik Olarak Din-Felsefe Münasebeti, Konya 1999.
11.                      Murtaza Korlaelçi, Robert Coffy’nin Ateistlerin Tanrısı isimli kitabının çevirisine yazdığı önsöz, Ankara Üniversitei  Ulahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 2003.








[1] Bu yazı 2008 yılında Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yayınlanmıştır.
[2] Sait Yazıcıoğlu, Kelam Ders Notları, Ankara 1996, s. 45.
[3] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, Umran Yayınları, Ankara 1981, s. 70.
[4] Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992, s. 122.
[5] Din ve Ahlak ilişkisi konusunda bir tartışma için bak. Hüsameddin Erdem, Problamatik Olarak Din-Felsefe münasebeti, Konya 1999, s. 137-157.
[6] Bertrand Russel, Neden Hıristiyan Değilim?, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, s. 7.
[7] Robin Le Poidevin, Ateizm, (Çev. Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınyarı, İstanbul 2000, s. 124.
[8] Robin Le Poidevin, s. 131.
[9] Robin Le Poidevin, s. 135.
[10] Robin Le Poidevin, s. 136.
[11] Murtaza Korlaeçi,  Robert Coffy’nin Ateistlerin Tanrısı isimli kitabının çevirisine yazdığı önsöz, Ankara Üniversitei  Ulahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 2003, s. 1. Ateizmin problemleri bağlamında ayrıca Murtaza Korlaelçi’nin Roger Verneaux’dan çevirdiği ve aynı yayınevinden çıkan Çağdaş Ateizm Üzerine Dersler isimli kitaba bakılabilir.
[12] 18 Nisan 2004 tarihli Zaman gazetesinde yer alan röportaj.
[13] Michael Martin, Atheism, Morality and Meaning, New York 2002, Prometheus
Books, s. 45.
[14] Robin Le Poidevin, s. 136.
[15] Emre Aköz, 29 Aralık 2007 tarihli Sabah gazetesi.
[16] Robin Le Poidevin, s. 136. ve 18 Nisan 2004 tarihli Zaman gazetesinde yer alan röportaj.
[17] Olgu-değer ilişkisi üzerine bir tartışma için bak. Recep Kılıç, Çağdaş  İngiliz Ahlak Felsefesinde Olgu-Değer Problemi, Felsefe Dünyası dergisi Sayı 23, 1997, s. 57-98.
[18] William Lane Craig, "The Indispensability of Theological Meta-ethical Foundations for Morality," http://www.leaderu.com/offices/billcraig/docs/meta-eth.html (01.10.2009)

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...