2 Nisan 2016 Cumartesi

Cemaatlerle Hükümet İlişkisi Nasıl Olmalı? (Cemaatlerin Güç Zehirlemesi Yaşamaması İçin Tavsiyeler)

Cemaatlerle Hükümet İlişkisi Nasıl Olmalı? (Cemaatlerin Güç Zehirlemesi Yaşamaması İçin Tavsiyeler)
Mustafa ÇEVİK

28 Şubat ve 17-25 Aralık dönemlerinde yaşananlar Türkiye’de yaşayan ortalama mü’minin din-devlet ilişkisi ve cemaat-devlet ilişkisi üzerinde yeniden düşünmesine neden oldu.

28 Şubat ayakları yere basmayan ve rüyalarında “İslami Devrimi” gören romantik İslamcılığın radikal, tavizsiz ve gerçek hayatla uyumlu olmayan duruşlarını tamir ve revize etmeye zorladı.

Dindarlara yaşattığı gerilim ve zulüm icraatlarıyla birlikte dini cemaatlerin kendine gelmesine vesile olması bakımından da ayrıca İslamcı-mütedeyyin çevrelerde “hayra vesile” bir olay olarak görülür.

Hemen hemen her grup, cemaat veya cemiyet 28 Şubat süreciyle birlikte daha gerçekçi ve daha makul bir yapıya doğru evrildiğini öyle veya böyle ifade veya ikrar eder.

Esasen bu dönüşüm ve evrilmenin Fazilet Partisi ve Ak Parti’nin iktidara taşınmasına öncülük eden temel dinamiklerden biri olduğu da söylenebilir.

Bu bakımdan düşünülünce 28 Şubat cuntacılarının planlarının ters teptiğini ve tasfiye projesinin aksine bir durumla sonuçlandığını söyleyebiliriz.

Bu döneme kadar devletle çalışmak, politikaya dahil olmak, oy vermek vs. ya küfür ya da yanlış “hizmet yöntemi” olarak kabul edilirdi.

Bu iddiada olan hemen hemen bütün yapıların bu gün devlet ile bir şekilde tanıştığını söyleyebiliriz. Çünkü devletin kurumları artık o mahallenin değil bu mahallenin elindedir.

İkinci dalga olan 17-25 Aralık süreci ise bambaşka bir şey oldu. Bir gruba devletin bütün kapıları açılmışken bu grubun bir tür “güç zehirlenmesi” yaşadığının farkına varıldı.

Ak Parti hükümetinin yeni fark etmiş olduğu bu durumdan zaten partiyle aynı mahalleden olan birçok aydın, cemiyet, oluşum ve grup ısrarla dile getiriyordu.

Bununla birlikte mütedeyyin insanlar ve gruplar arasında yeni bir tartışma konusu açılmış oldu.

Dini grup, cemaat, cemiyet gibi bütün oluşumların siyasetin, devletin ve hükümetin neresinde olması gerektiği sorusunun daha radikal şekilde sorulmasına neden oldu.

Hükümetler kendisinin doğal tabanını oluşturan yapılara hükümetin ve bürokrasinin kapılarını ne kadar açmalı nerede kapatmalı?

Cemaatler hükümetlerin neresinde ve ne kadar olmalıdır? Bu soruların yanıtı cemaatlerin hükümetler üzerindeki zararı için sorulması gerektiği gibi dini oluşumların saygınlığını koruması için de önemlidir.

Çünkü her şeye rağmen cemaatleri koruyan marjinalliktir. Onlar popülerleştikçe bozulurlar. İlkelerden taviz vermek zorunda kalırlar.

Bu da onların geleneklerini sürdürmesine engel olacak bir durumdur. Her türlü örgütlü dini oluşumun ve yapının sahip olduğu geleneği sürdürebilmesi ancak marjinal yapısını korumakla mümkündür.

Aksi durumda, yani yapı büyüyüp genişledikçe ilkelerinden taviz vermek zorunda kalır. Bu da cemaat ve oluşumun doğasına çok uygun değildir.

Devletleştikçe yozlaşan çok cemaat ve tarikat vardır. Bunların en güzel örneği Osmanlıda görülebilir. Osmanlı özellikle son dönemde Mevlevilik ve Bektaşiliği benimsemiş neredeyse resmi mezhep statüsünde benimsemiştir.

Ancak daha sonra özellikle Bektaşiliğin Yeniçeri Ocağındaki kontrol gücünün oluşturduğu sürekli tehditten kurtulmak için çok uğraşmıştır.

Vakıa-i Hayriye diye bilinen olay her ne kadar Yeniçeri Ocağının lağvını hedeflemiş gibi görünse de asıl amaç devletin askeri ve iradi gücü üzerindeki etkisi nedeniyle Bektaşilik olduğu bilinmektedir. Osmanlı bu olayla her ikisinden de kurtulmuştur.

Buradan anlaşılıyor ki devletin içinde sadece X tarikatının veya oluşumun üyesi olduğu için yer vermek hem söz konusu tarikata ve oluşuma ve hem de devletin yönetim mekanizmasına zarar vermektedir. O nedenle İslam dininin bu konudaki temel ilkesi olan emaneti ehline vermek ilkesinin oy potansiyelleri nedeniyle cemaatler veya tarikatler için çiğnenmemesi gerekir.

Aksi durumda hem cemaatler kendi aslına yabancılaşmış ve siyasallaşmış olur. Hem de devlet kendi içinde bir örgütlü yapıya yol açmış olur.

Bu demek değildir ki devlet cemaatlerin üyelerine negatif ayrımcılık tanısın. Elbette hayır. Onlara da “ehil olma” kriterinden başka bir kriterle yaklaşılmaz ise sorun kalmaz gibi geliyor.

Böylece devlet adalet ilkesiyle hareket etmiş olduğu için hem kendini korumuş olur hem de cemaatlerin ve dini oluşumların siyasallaşıp yozlaşmalarının önüne geçmiş olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...