22 Mart 2016 Salı

ERDOĞAN'I BOMBALARLA DÜŞÜRME HAYALI

Mustafa Çevik 22.03.2016 , Milat  Gazetesi



Bombalı saldırılar sonrası insanların sosyal medyadaki hesaplarından yaptığı veya yapmadığı paylaşımlardan niyet okuma yapmayacağım.
Onun yerine bombalı saldırıları hükümeti düşürmek için fırsat bilip hayal kuranlardan söz edeceğim.
Her bomba patlamasında seçilenleri istifaya davet etmekle aslında mealen hükümetler gerekirse bomba ile de düşebilirler demiş oluyorlar biliyorsunuz.
Ne demek bu?
Yani eğer bombalı saldırıların nasıl önlenebileceğini tartışmak yerine bu toplumsal endişe ve öfke halini “Erdoğan'ı veya hükümeti düşürebilir miyiz?” fırsatçılığına dönüştürüyor ise birileri, bu terörü teşvikten başka bir işe yaramaz.
Şöyle ki eğer terör örgütleri hükümetin gitmesini istiyor ise, kaos ortamı yaratılarak hükümet düşürülmesini hazırlayacak yeni eylemler yapacaklardır.
**
Her bomba patladığında eğer iktidarın gidişine zemin hazırlıyor iseniz bombalama eylemleri, seçilenleri, yani Cumhurbaşkanını ve hükümeti düşürme aracı olarak kullanılabilir diye de düşünürsünüz.
Tabi eğer demokraside muhalefette kalmış çevreler  geçmişte “ordu göreve” diye pankart asmış ise bu zihniyetin “bombadan medet umması” da doğrusu şaşırtıcı değildir.
Ordu “göreve” gelmediyse başka gayri meşru yollar aramak bu yapıların ahlakına aykırı görülmez doğal olarak.
**
Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” diye bir atasözü var bilirsiniz. Sorumlulukların ve yükün hep sahibi olmayan savunmasız insanlara fatura edilmesi anlamındadır bu atasözü.
Hürriyetin yılmaz Özdili bu atasözündeki “Kürt Mehmet” ifadesinin etnik saptama olduğunu sanıyor ve artık Kürtler sahipsiz değil “Türk Mehmet” sahipsizdir diyor gerçi.
Buradaki etnik bir belirleme değil elbette. Ama malum zatın Kürtlere karşı ırkçı yaklaşımının tezahürüdür deyip geçelim.
**
Sorun şu. Türk solu, beyaz Türkler, devletin “derin sahipleri” gerçek yüzleri ortaya çıkınca seçim yoluyla iktidara gelme hayalleri kuracak durumları kalmadı artık.
E tabi iktidarı ordu marifetiyle işgal etmekten de umut kesmiş oldular. Halkın iktidarını bertaraf etmenin yolu siyasal partileri pasifize etmekten geçer.
**
Bunun için en canlı-dinamik kesim Kürtlerdir. Yani Kürt muhalefeti yoluyla ancak halkın iktidarını bertaraf edebileceklerini düşünüyorlar.
Kürt-Türk çatışması üzerinde çok çalışıldı. Ancak başarılı olmadı. Ve imkansız olan başarıldı. Kürt muhalefeti ile yaklaşık yüz yıl Kürtleri yok sayan ve “Kürtler bu ülkede ancak hizmetçi olabilirler” diyen ırkçı, ulusalcı, M. Esat Bozkurt zihniyet birleşti. Bozkurt'un şöyle söylediği aktarılır:  “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı,” demişti.
Bu zihniyetin temsilcileri olan bu gün ki ulusalcı seçkinler ile “Kürt asimilasyonuna” “edi bese” (yeter artık) diyenlerin Erdoğan'a karşı geliştirilmiş olan “seni başkan yaptırmayacağız” sloganında birleşmiş olmaları yeterince ibret verici değil midir?
**
Daha önce de yazdım. Türk solu Kürtlere çok adice bir oyun oynamaktadır. Onu suistimal etmektedir.  “Alavere dalavere Kürt Mehmet'i nöbete” göndermektedir tekrar.
Bununla üç şey başarmış olacaktır. Birincisi kendi iktidarını sağlamlaştıracak. İkincisiKürt gençlerini ve kentlerini dağıtmış olacak Kürtleri metropollerde eritmiş ve asimilasyonu hızlandırmış olacaktır. Üçüncüsü ise Kürtleri dinden uzaklaştırmış ve sekülerize etmiş olacaktır.

21 Mart 2016 Pazartesi

HASTA TOPLUM VE MAHALLE PUTLARI


21 MART 2016 PAZARTESİ

Mustafa Çevik

HASTA TOPLUM VE MAHALLE PUTLARI

Mustafa Çevik
Trafikte seyrederken hata yapan birine bir korna çalsanız ve yüzüne baksanız “ne var kardeşim” deyip aşağı inebilir ve birbirinize hayati zarar verebilirsiniz.
Her zaman derim, şu toplumda yanlış veya haksız yere korna çaldığınız için sizi yaralayabilecek veya öldürebilecek binlerce insan var.
Kimse burnundan kıl aldırmaz. Herkes öyle kendinden emin ve özgüven sahibi ki yere burnu düşse almaya tenezzül etmeyecek durumdayız sözde.
Aslında bu göstermelik özgüven gerçekçi değil, sahtedir, yapmacıktır.
Çoğumuz dışarı çıkarken kaşımızın bir tüyünün yamuk durduğunu bilsek aynanın karşısına geçer ve düzeltmeden çıkamayacak kadar özgüven eksikliği yaşıyoruz.
Her birimiz “acaba yaşadığım hayat doğru mu?” sorusunu sorup hayatı hata yapmaktan korkmak yerine “sonra ne derler hakkımda” diyerek olmadık maymunluklar yaparız hayatımız boyunca.
Üstelik bu kendi kendimize dayattığımız davranışın ne estetiğine, ne ahlakiliğine ne de doğru olduğuna hiç de inanmayız.
Buna rağmen çevremizin dayattığı hayatı en mükemmel hayat olduğuna kesin inanmış gibi yaşarız ömür boyu.
**
Buna aslında her ne kadar “mahalle baskısı” dense de ben bunun bir “mahalle putu” olduğuna inanıyorum.
Cahiliye adetidir mahalle baskısını yaşam tarzına dönüştürmek. Cahiliyedöneminin “kızlarını diri diri gömen” anlayışı da mahalle baskısıyladır biliyorsunuz.
Kızımız ileride bir namus” sorunu yaşarsa elalemin yüzüne nasıl bakarız şeklindeki putuydu aslında.
Aslında peygamberin getirdiği yeni dine, yeni ahlaka, yeni düzene de karşı çıkış gerekçesi buydu.
Yani Cahiliye toplumunun yeni dini reddetme gerekçesi de keza (aynı şekilde) bir “mahalle putu” idi.
Hatırlayın en temel gerekçeleri neydi? Şöyle derlerdi Yüce Peygambere: “biz atalarımızdan böyle gördük, sen mi bize din öğreteceksin?”
**
Düşünelim ve aynaya bakalım. Her birimizin onlarca “mahalle putu” vardır.Tuttuğumuz siyasi partiler, ülke sınırları, ulusal, kentsel, bilimsel, felsefi, ekonomik, örfi putlar vs.
Sahip olduğumuz bu “mahalle putları” bizim gözümüzü kör, kulağımızı sağır eder. Bize hakikati hatırlatanlara kulaklarımızı tıkarız. Şimşek sesinden korkup kulaklarını tıkayanlar gibi kaçarız hakikatin ışığından.
Biz uyarsalar da uyarmasalar da bizim için birdir, inanmayız. Kendi imalatımız olan putlarımız vardır her birimizin. Onları kutsarız, uğurlarında ölüme gideriz. Ama zamanı gelince de onları tüketiriz, oturup yeriz.
Seküler dünyanın dinidir “mahalle putları.” Bu modernizmin iddia ettiği gibi “toplumu dinden bilime devşirmesi” değil, semavi dinin yerine seküler dinin inşasıdır Dine karşı din dayatmasıdır. Bu “sözde dinler” dünyayı kan gölüne çevirmiş durumdadır şu an.

19 Mart 2016 Cumartesi

İNSANI VE DEĞERLERİ RAKAMLARA FEDA ETMEK, Mustafa Çevik, 20 Eylül 2015, Yeni Söz Gazetesi

İNSANI VE DEĞERLERİ RAKAMLARA FEDA ETMEK    

Mustafa Çevik





Mustafa Çevik
Derler ki dervişin biri yanından kucak dolusu elmayla geçen bir kıza;
“Nereye gidiyorsun?” diye sorunca,
Kız: ”Az ileride sevdiğim var ona elma götürüyorum” diye cevap verir.
Derviş: “Kucağında kaç tane elma var?” der.
Kız: “İnsan sevdiğine götüreceği şeyi hiç sayar mı?” deyince derviş elindeki tesbihi kenara bırakır.
Evet modern zamanların insanı küresel sermaye tarafından oluşturulan kurulu ve yapay yaşamlar, ihtiyaçlar ve kıtlıkların esiri oldu.
Din ve ahlak gibi manevi değerler ya yozlaştırıldı ya da dönüştürüldü. Dinlerin en yüce ve en ahlaki değerleri bile günlük ritüellere hapsedildi.
Dinlerin çoğu zaman geliş amaçlarının tersine hizmet ettiklerini görüyorsunuz. Dünyaya huzur ve barış getirmek amacıyla ortaya çıkmış dinlerin savaş ve şiddet gerekçesine dönüştürüldüğünü görüyoruz.
Var olan her şey ölçüye vuruldu. Yönetmek için ve pazarlamak için her şeyin ölçülebilir olması gerekiyordu.
Ağırlık, uzunluk, yoğunluk vs. ne varsa ölçülmesi gerekir. Toplumsal hayatın her alanında var olan mübadele ve değiş tokuş sisteminin gereğiydi bu ölçü birimleri.
 Ancak söz konusu olan manevi değerler olunca bu alanlarda nicelikten çokniteliğin önemli olduğu bilinen bir durumdur.
Nicelik modern insanın ruhunu esir alınca inancı, sevgiyi, aşkı, tutkuyu, nefreti de ölçmeye kalktı. Modernler kirlenmiş zihinleriyle metafizik alanın yüceliğini ve cazibesini göremeyecek kadar körleşti.
Niceliğin bu katı egemenliği insanlığın kutsal alanın deneyiminden ortaya çıkan her türlü geleneksel mirası küçülttü, paraya dönüştürüp nesneleştirdi.
Nesneleştirmenin en kestirme yolu ona nicelik kazandırmaktır. Nicelleştirme eğilimi çağın en büyük hastalığıdır.
Dinde, eğitimde, insan ilişkilerinde, devlet yönetimlerinde sürekli olarak niceliğin egemenliği ve niteliğin erimesine tanık oluyoruz.
Dindar insan kıldığı namazın, çektiği tespihatın ve yaptığı umresinin sayısına aldandı.  Bilmem kaç bin kere Allah diyen birinin bazen bir kere bile Allah diyen biri kadar etkili ve nitelikli bir ruha ve  iman coşkusuna sahip olamayabileceğini unuttuk.
Bu gaflet sevabın ve günahların katsayılara bağlı hesaplamalarına kadar götürdü insanı.
Eğitimde öğrencinin niteliklerinden çok onun sayılara ve rakamlara dökülen niceliksel başarısını önemsedik.
İnsan ilişkilerinde kişilerin iletişimindeki kaliteden çok iletişimdeki oranlara, rakamlara ve fiziksel durumlara hapsedilmiş bir iletişim şekli oluştu.
Demokrasilerde niceliksel çoğunluk niteliksel  ve değerlere çevrelere egemenliğine dönüştü. Oysa biliyoruz ki bütün halk bir araya gelse bile niceliksel olan bu üstünlüğüne rağmen temel hakları yok etme meşruiyeti yoktur.
Bilimde zaten durum kaçınılmaz bir nicelik egemenliğine mahkum edilmiş durumdadır. Deneysel ve doğal bilimlerin kullandıkları sayısal ve istatistiksel yöntemin nitel bilimlerde de kullanıldığını görüyoruz.
İnsani olan birçok duygu durumları sayısal verilere dökülmekte ve böylece insan ve insana ait olan her şey nicel olarak ifade edilmektedir. Bu mananın, anlam dünyasının ve insan maneviyatının ve benliğinin somuta indirgeme ve hapsetme girişimidir.
Bu bilimsel yaklaşım salt fiziksel alanla sınırlı bir materyalist varlık anlayışına sahip pozitif bilimlerin hayatı somuta ve maddeye hapsetmesidir. Sosyal ve beşeri bilimler artık nesneleştirilme tehdidi altındadır.
Gün geçtikçe insan ve insanın anlam dünyası nicelleştirilerek sayısal ve deneysel bilimlerdeki niceliksel egemenliğin pekişmesine yardım edilmiş oldu.
Benzer şekilde hayatın her alanında var olan bu niceliğin egemenliği durumu aslında insanın materyalizm ve kapitalizm tarafından teslim alınmışlığının ve kuşatılmışlığının işaretidir.
İnsanlığın yeni bir bilim, insan, eğitim ve varlık anlayışına ihtiyacı vardır. Modernizmin dayattığı paradigmanın insanlık için tek doğru yaşam tarzı olduğu inancının yıkılması gerekir.

11 Ocak 2016 Pazartesi

DİYANET DİNİ OTORİTE MİDİR?

DİYANET DİNİ OTORİTE MİDİR?
 12.01.2016 00:00
Milat Gazetesi


Mustafa Çevik
Milat
Diyanet resmi yetkili midir dini yetkili midir?
Önce şunu belirtelim. İslam dinini diğer dinlerden ayırın en temel fark bir ruhban sınıfı veya konsüle sahip olmamasıdır.
Ne demek bu?  Yani dini konularda herkesi mutlak olarak bağlayan yetkisi tartışılmayan kişi (ruhban) veya kurum (konsül) yoktur.
Örnek verelim: Hıristiyanlıkta konsül toplanıp hangi İncilin sahte hangisinin sahih olduğuna karar verebilir. Ve bunu kimse tartışamaz, tartışmamıştır. Kanıtı İznik Konsülüdür. Çünkü bu kararı verirken İsa Mesih’in ruhu onlarla birlikteydi ve hata yapmış olamazlardı.
İşte bu İslam dininde yoktur. Yani birileri çıkıp falan kitap veya görüş “sahih İslam’dır” diyebilir. Ama o görüş nihai görüş değildir. Mesela Sünnilik geleneğinde en sahih hadis kitabı Sahih-i Buhari’dir. Ama bunu Şiilikdünyası kabul etmez. Örnekleri çoğaltılabilir bunun.
Merkezi otoritenin varlığı demek Rabbin yeryüzüne indirilmesi anlamına gelir bir anlamda. Bu da tevhid dini yozlaştıracak ve politeizme/şirke sürükleyecek yollardan biridir.
Ama kendini merkezi otorite yerine koyan kişi, grup ve kurumlar hep olmuştur. Bütün dinlerde olmuştur.
Kutsal metin dışında merkezi otorite kabul edenler ve üretenler bir süre sonra kendi “mümin kardeşiyle” savaşmaya ve çekişmeye başlamıştır. Hıristiyanlık dünyasındaki Papa karşıtı isyanların nedeni otorite itirazlarıdır.
Bu saptamayı yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’na dair sorumuza dönelim?
Diyanet dini otorite midir?
Yani mesela Diyanet Nitekim Din İşleri Yüksek Kurulu Bilgilendirme Platformu aracılığıyla dini konularda bir görüş ortaya koyduğunda o görüşe bir sıradan mü’min veya ilim sahibi bir mü’min itiraz edemez denilebilir mi? Hayır. Kimse böyle bir iddiada bulunamaz.
Diyanetin görüşü de gücünü Diyanet’ten değil ancak düşüncesinin dayandığı gerekçelerinin ve delillerin gücünden alabilir.
Yani dini konuda Diyanet herhangi bir kişiden farklı bir otorite posizyonuna sahip değildir.
Peki resmi otorite midir Diyanet? Yani din konusunda verdiği fetvanın vatandaş üzerinde bir dayatıcılığı veya etkisi var mıdır? Örneğin yasa veya yönetmelik değerinde bir bağlayıcılığı var mıdır?
Elbette hayır. Hele ki laik devlet yapısıyla birlikte düşünülünce bu daha da sıkıntılı bir durum olur.
Peki diyanet nedir? Kim adına ne kadar konuşabilir?
Diyanet sadece bir rehber kuruluştur. Din konusunda iyi niyetle insanları aydınlatmaya çalışır. Hata yapar isabet eder. Fetvayı soran ister kabul edip amel eder ister kabul etmez.
Dolayısıyla Diyanet kurumunu yanlış fetva verdi diye, laikliğe aykırı görüş belirtti diye vs. gerekçelerle kurumu hedefe koymak, eğer art niyet değil ise, “aşırı anlam yüklemekten” ileri gelmektedir.
Son günlerde flört ve cinsellik konularıyla ilgili fetvaları tartışma ve tepkiye neden olunca eli ayağı dolaştı Diyanet kurumunun.
Diyanetin esas sıkıntısı kendisine gelen her soruya cevap vermek zorunda hissetmesidir. Kimisi deli saçması kimisi de art niyetli olan soruların ciddiye alınması Diyaneti kaçınılmaz olarak magazinleştirecektir.
Diyanetin kendine, vatandaşın da Diyanete “aşırı anlam yükleme”kten vaz geçmesi gerekir. Diyanet de ortaya koyduğu fetvanın nihai karar olmadığını bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Böyle durumlarda gerektiğinde “hata yaptık” diyebilmelidir.

7 Ocak 2016 Perşembe

Siyasi İdamlara İslam Nasıl Bakar?

Siyasi İdamlara İslam Nasıl Bakar?
 08.01.2016 00:00 Milat Gazetesi


Mustafa Çevik
Milat
Siyasal idam ile kastımız şu: Devletin “siyasal yapısına kast ettiği” veya “devletin meşruiyetini tartıştığı için” öldürmeyi meşru görmek.
“Devletin kurulu düzenine” karşı geldiği için bir insanı öldürmeyi meşru/caiz görmekdini bir yaklaşım değil siyasi bir yaklaşımdır.
Ama eğer devleti yönetenler devletin varlığına kutsal bir anlam yüklemişlerse o zaman “siyasi idamlar” da dini bir anlam kazanmış olur.
Hatta sadece devlet değil, devleti yöneten şahıslar veya aileler de kutsal kabul edileceğinden onların şahsına karşı söylenen/yapılan şeyler de idam nedeni kabul edilir.
Bize göre İslam’da devlet eliyle ölüm cezası sadece katillere verilebilir. Onda da “idam” kararını mağdurun vicdanına bırakmış ve “af etmenin” erdeminden söz edilmiştir.
Bu konuda birkaç ayet var. Bir tanesi şöyle mesela:
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür hür ile; köle köle ile, kadın kadın ile kısâs olunur. Öldürülenin velisi tarafından, öldüren lehine bir şey affolunursa (diyet için) yapılacak uygulama örfe göre normal olmalı ve en iyi bir şekilde ona ödenmelidir. Bu size Rabbınızdan bir kolaylık ve rahmettir. Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa ona acı bir azap vardır. Sizin için kısasta hayat vardır, ey tam akıllı insanlar" (el-Bakara, 2/178-179).
Kişisel olarak bir insanı kasten öldürmenin ölümle cezalandırılmasını doğru bulurum. Bu gün bir çok katil kısa bir cezadan sonra elini kolunu sallayarak gezebilmektedir. Bu da insanların “kişisel intikam” alma duygusunu besleyen durumdur.
Devletler vatandaşına “adaletin” teminatı olduğunu hissettirebilmelidir yargı yoluyla. Bu şekilde “adalet mülkün (yani devletin) temeli” olabilir.
Ama “devlete karşı geldi” gerekçesiyle idam ve ölüm cezasını uygun görmek suistimale açık bir durumdur.
Çünkü hepimiz kabul ederiz ki bu gün de geçmişte de bazı devletlerin kendileri zaten meşru değildir. Veya devletlerin kimi söylemleri ve fiilleri gayri meşrudur. Böyle durumlarda karşı gelmek suç değil bir erdem sayılır.
Bu gün bırakın devletleri kendisi için bir grup, örgüt vs. kuranlar da başındaki kişiye ve yönetime karşı gelmeyi “idam” veya “infaz” için yeterli sayabilmektedir.
İslam dininin insan hayatına dair en kapsamlı yaklaşımını bize göre Maide Suresinin 32. ayeti açıklar.
Kasten bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüştür. Bir insanı dirilten bütün nişanlığı diriltmiştir.
Bu gün Müslüman ülkelerin çoğunda idam vardır ve bu idamların çoğu siyasal idamlardır. Başta İran, S. Arabistan ve Mısır olmak üzere.
Devletler şahıslara karşı işlenen suçları affediyor ama “kendisine” karşı işlenen suçları affetmiyorlar/. Oysa kutsal olan insan hayatıdır. Devletin ilkeleri değil. Devletler insan için amaçtır, insan devlet için amaç değildir.
 Milat Gazetesi

24 Aralık 2015 Perşembe

NEDEN ZEKİLER DAHA MUTSUZ?

NEDEN ZEKİLER DAHA MUTSUZ?
 25.12.2015 00:00
-Milat Gazetesi 




Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesi genelde mutluluğun tanımlanamayacağına argüman diye dile getirilir.
Mutluluğun, hürriyetin, sevginin, nefretin ve benzeri bilumum “değerli” şeyin tanımı yapılamamıştır.
Veya yapılan tanımlar eksik kalmıştır, göreli olmuştur.
Tanımı yapılan şeyler genelde fiziksel, duyumlanan nesnelerdir. Ve genelde kesinmiş gibi inanılıp geçilmiştir.
Acaba öyle mi? Yani nesneler tam olarak tanımlanabiliyor mu? Mesela bir masanın rengi sarı dediğimizde sarının yüzlerce tonundan hangisi diye sorduğumuzda durduğumuz yere, perspektife, ışık ve uzaklık oranımıza göre değişeceği için aslında kimse aynı tonu görmez.
Ama bir tek “sarı” renk varmış gibi bakılıp geçilir. Oysa yüzlerce sarı renk skalasından her defasında farklı olanı seçeriz.
“E ama sonuçta sarıdır, ne fark eder ki tonu?” diyebilirsiniz. Ama sarı ile kırmızı da normalde ton farkıdır öyle bakarsak.
Neyse. Mutluluk nedir? Diye sorulduğunda çok farklı sonuçlar ve tanımlar çıkabilir. Hatta aynı kişiden farklı zamanlarda farklı tanımlar çıkabilir.
Bunu geçelim acaba mutluluk ile zeka veya akıl (aynı anlamda kullanıyorum şimdilik) arasında bir ilişki var mıdır?
Yani zekiler daha az veya daha çok mutludur diye bir sonuç çıkarılabilir mi?
Elbette vardır. Mesela bir aptalın mutlu olması daha kolaydır. Çünkü beklentisi azdır. Çünkü büyük ve karmaşık beklentiler besleyecek yeterliliği yoktur.
Deliye her gün bayram” sözünün anlamı budur. Çünkü deli salt bedensel zevklerini düşünür. Bedensel olarak acı çekmiyorsa mutlu olur. Bedensel haz onu mutlu eder.
Doyum noktası beden ile sınırlıdır delinin. Aptalın veya az akıllı olanın ise bundan bir aşama yukarıdadır. Beklentileri bedensel hazzın az üstündedir.
Ama zeki insanın beklentileri, hayalleri ve planları daha karmaşık ve daha zor karşılanabilir şeyler olduğu için haliyle daha zor mutluluğu yakalayacaktır.
Ne kadar zekan, bilgin ve görgün artarsa o oranda manevi yükün ağırlaşır ve bu beklentileri yakalayamadıkça mutluluk oranı azalır.
Yani bir deli bedeninin sorunlarıyla, az akıllı veya aptal mikro çevresinin sorunlarıyla ilgilenirken, zeki insanlar memleket ve insanlık sorunları ile ilgilenir ve bu konuda yolunda gitmeyen durumlar onları mutsuz eder.
Daha zeki veya görgüsü ve bilgisi daha da artmış duyarlı zekaya sahip insanla ise evren, değerler, bilme, insan ve benzeri sorunları kendine dert edinir. Bu insanın böyle sorunlar karşısında huzursuz olduğunu düşündüğümüzde neredeyse imkansız gibi görünür.
Ama kimi insan vardır ki delinin bedensel ihtiyaçları, az zekinin mikro çevre sorunları, zekinin ve üstün zeka sahiplerinin evrensel ve metafizik sorunları karşısında duyarsız kalmaz ama yolunda gitmeyen şeyleri de dert etmez.
Çünkü bilir ki insan sorunları çözmekle değil çözmeye çalışmakla memurdur. Sorunlara karşı duyarsız olmak da değil sorunların çözümünden kendini sorumlu tutmak da değil. Sorunlara karşı duyarlı olmak ve çaba sarf etmektir görevi insanın. Bu aşama insanın haddini bilme aşamasıdır.
Haddini bilen kendini bilir. Kendini bilen Rabbini bilir. Bu insan mutsuz olmaz. Çünkü mutluluğu kişilerin veya olayların durumuna bağlamamıştır. Bir tür ermiş veya aşmış insandır bu.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...