2 Nisan 2016 Cumartesi

Hangisi Daha Zeki, Ateist mi İnanan mı?

Hangisi Daha Zeki, Ateist mi İnanan mı?
Mustafa Çevik
İki çocuk düşünün biri korkak diğeri cesur. Biri karanlıktan korkar diğeri korkmaz. Biri araba çarpar diye korkudan yola inmez diğer yola dalar. Bunların hangisi zekidir sizce? Hep derim, bir çocuk korkuyorsa o zekidir. Neden?

Çünkü korkmak var olan durumun hiç de öyle olmayabileceğini başka ihtimallerin de olabileceğini bilmektir. İnsanı korkutan şey düşünce ve zeka gücüdür. İnsan korktuğu için birçok buluşa imza atmıştır. Korktuğu için sadece var olana karşı tedbir almak yerine bir gün farklı durumlara ve risklere karşı tedbirler ve buluşlar icat etmiştir.

Korktuğu için risk hesaplaması yapmıştır.

Peki, kim korkmaz? Aptal korkmaz. Çünkü onun için var olan durum mevcut durumdur

Risk düşünmez. O nedenle risk hesabı da yapmaz. Riski görmeyen korkmaz.

Düşünün mesela bir çocuk yılanın renkli albenili derisine bakıp yılanı eline alabilir. Bunu yaptıran nedir? Riski düşünememektir.

Ne demişler cahil cesurdur. Deli de cesurdur.

Peki, konu Allah’ın varlığı olunca durum nedir bakalım.

Allah’ın varlığına inananlar mı yoksa inanmayanlar mı daha zekidir?

Ölüm sonrası hayat var mıdır sorusuna bir ateist “hayır” diye yanıt verir. Neden çünkü onun için durum nettir. Öldün toprak olursun ve olay biter.

Burada bir ön kabul vardır elbette. Nedir? İnsan sadece bedenden ibarettir diye düşünülür. Onun için de beden ölür ve toprağa gömülünce çürür. Ve böylece hayat ölüm ile bitmiştir diye kabul edilir.

Gerçekten insan bedenden mi ibarettir? Hepimiz biliyoruz ki insanın bir “anlam” ve “zihin” dünyası vardır.

Bu zihin dünyası bedenle birlikte var olmuyor. Sonradan oluşuyor insan yaşamında. Yani doğuştan beyin var ama zihin yeteneği sonradan gelişiyor. Ayrıca hayvanda da beyin var ve bedeninde insandaki gibi bütün fonksiyonları yerine getiriyor.

Ama inandaki anlam dünyası oluşmuyor. Alet üretmiyor. Dil, imge, mecaz üretmiyor hayvan beyni.

Demek ki insanın durumu hayvandaki gibi salt bedensel bir durum değildir.

Peki durum bu kadar karmaşık iken zeki/akıllı biri (aynı anlamda kullanıyorum şimdilik) insanın hayvan gibi ölünce biteceğini mi düşünür yoksa başka ihtimallerin varlığını da düşünür mü?

Hz. Ali’ye sormuş müşrik biri. Ya Ali sen akıllı birisin öbür dünyanın varlığına nasıl inanıyorsun? Hz. Ali ben inandığım için bir şey kaybetmem. Peki ya varsa sen yokmuş gibi davrandığın için ne yapacaksın demiş.

Pascal da bu kanıtı “kumar teorisi” veya “oyun teorisi” diye isimlendirir. Şöyle:

Allah’ın varlığı ve inanma konusunda dört ihtimal söz konusudur:

1-Allah var ve inanıyorsun: kazançlısın.

2-Allah var ve inanmıyorsun: zararlısın.

3-Allah yok ve inanıyorsun: zarar yok kâr da yok.

4-Allah yok ve inanmıyorsun: zarar da yok kâr da yok.

Ve şöyle özetler bu durumu: “Eğer inanırsan ve Allah var ise her şeyi kazandın. Eğer inanmazsan ve Allah varsa her şeyi kaybettin,” der.

Bu durumda inanan ile ateistin hangisi daha akıllıcı/zekice tercih yapmıştır dersiniz?

Kazanma olasılığı yüzde yüz olan inanma seçeneği dururken kaybetme riski en az yüzde elli olan inanmamayı bile bile seçiyorsunuz.

İnanmanın tedbir amaçlı olmasının ahlaki olup olmadığı konusunu düşünmeyin o ayrı bir konu. Onu ayrıca düşünür tartışırız.

Ancak öyle anlaşılıyor ki olasılık hesabı yapmak oranı hayvandan insana, az zeki insandan daha zeki insana doğru artan bir niteliktir.

O nedenle ihtimal hesabı yapmadan “direk Tanrı yoktur” demek zekice değil daha az zekice bir tercihtir denilebilir rahatlıkla.

Sanıldığı gibi ilkel insan inanıyordu bu gün insan inanmayı bıraktı şeklindeki anlayış tamamen antropologların uydurduğu bir şehir efsanesidir.

Eğitimli insanlarda mı ateist çoktur yoksa eğitimsiz insanlarda mı?” diye bir soru sorulursa oranın okuyanlarda daha yüksek çıkacağı kesin olmadığı gibi bu gün ki dünyada yaygın olan “seküler eğitimin” temel amacı zaten Tanrı’dan arındırılmış bir dünya oluşturmaktır.

Ayrıca putperestliğin ilkel kabilelerde yaygın olması ve gelişmiş toplumların seküler kültüründe nesne kutsallığı denilen fetişizimin yaygın olması arasında bir benzerlik ve paralellik vardır. Çünkü organize eğitim bu gün insanıcahilleştiren bir işleve sahiptir denilebilir.

Ahlakı Araçsallaştıran Medeniyet

Ahlakı Araçsallaştıran Medeniyet

Mustafa ÇEVİK
 
Ahlak etiğe dönüştürülünce etik ayağa düştü. Normalde etik bir felsefe disiplini olarak ahlak ile aynı anlamda kullanılır. Etik dendiğinde ahlak üzerine yapılan tartışmalar kast edilir felsefe ve düşünce tarihinde. İkisinde de “iyi nedir” ve “iyiye ben neden uymalıyım” çerçevesinde yapılan tartışmaları içerir. Buna ister Ahlak Felsefesi deyin isterseniz Etik deyin fark etmez. Bu durumda her ikisinin de benzer hatta aynı içerikte ve anlamda olduklarını söylememiz mümkündür.
 
Ahlak Felsefesi veya Etik konusunda bilindiği gibi çok farklı düşünceler vardır. Ama her hangi bir felsefeye giriş kitabına baktığınızda bu düşüncelerin genel itibarıyla iki kategoride toplandığını görürsünüz.
 
Nedir? Evrensel ahlak ilkelerinin varlığını ileri süren evrensel/nesnel teoriler ve ahlakın insana, topluma ve döneme göre değiştiğini ileri süren göreli ahlak teorileri.
 
İlkine göre ahlak insanın geçici durumlarından bağımsız olan “iyi” ve “kötü” kriterlerine sahipken ikincisine böyle standart ve her yerde aynı olan değerler ve kriterler yoktur.
 
İkincisi aslında zımnen ahlak denilen bir şey yoktur anlamına da gelir. Malum bir şeyin zamana ve zemine göre değiştiğini söylemekle onun yok olduğunu söylemek arasında bir fark yoktur. Aynı durumun farklı ifade edilişinden öte bir şey değildir.
 
Mesela benzer şekilde eğer savunulacak standart ve stabil bir ilkenin varlığına inanmıyorsa bir kişi, onun aslında ilkesiz olduğunu söyleyebiliyoruz.
 
Bu düşüncenin karşısında insan değişse de ahlaki iyi kuralı değişmez diye inanan anlayıştaki insan, muhafaza edilmesi gerektiğine inandığı “iyi” ve “kötü” değerler sistemine sahiptir, olmalıdır.
 
Ancak bu gün meslek ahlakı anlamına indirgenmiş olan etik kelimesiyle giderek evrensel iyi ve kötü kavramlarından çok her alanın kendine göre değişen iyi ve kötü değer yargılarının olduğunu ileri süren bir anlayışın oluştuğunu görüyoruz.
 
Tıp etiği, gazetecilik etiği ve siyasal etik gibi mesleklerin kendi iç denetimlerini sağlayan kurallar türetilmiştir. Bu kurallara uymayan kişiler meslek dışına itilir ve dışlanır. Aslında meslek etiğine uyduğunuz zaman bazen insanlık için zararlı bir eylemde bulunmuş olabilirsiniz. Ama yine de etiğe uymuş olduğunuz için meslek grubu içinde “saygın” ve “iyi” bir kişi olarak kabul edilirsiniz.
 
Örneğin kapitalizmin piyasa diye belirlediği kurallara uymak durumunda etik dışı davrandığınız ileri sürülemez. Ama aynı piyasa kimi insanın “piyasa”dan silinmesine neden olabilir. Rekabet edemediği için piyasadan silinen ve fakirleştirilen bir iş adamının iflasına sebep olmak çok da meslek etiğine aykırı bulunmaz. Ama bu ahlaka aykırı bir durumdur kuşkusuz.
 
Meslek etiği diye kabul edilen çoğu kural aslında yasal durumdan başka bir şey değildir. Ama ahlak gibi yüce bir değerler alanını aşındırması nedeniyle zararlı hale dönüştüğünü söylemek mümkündür. Onun için ahlak yerine değer kavramını kullanarak ve onu da meslek etiğine hapsederek kapitalist kültür ahlakı görelileştirmiştir.
 
Değerler gibi metafizik bir alanın bile kapital sömürüye alet edildiği bir medeniyet insanlık için tehlike içermektedir.

Bir Müslüman/ca Demokrasi Mümkün Müdür?

Bir Müslüman/ca Demokrasi Mümkün Müdür?


Müslüman toplumlar bu gün perişan durumdadırlar. İslam hangi güzel şeyi emretmişse, hangi ilkeyi öngörmüşse ve hangi güzel yaşantıyı tavsiye etmişse bakıyoruz ki ondan eser yok.

Hatta bazen İslam dini hangi güzel şeyi emretmişse sanki gizli bir el “Müslümanım” diyen halka tersini yaptırmıştır. Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra onun en sevdiği sahabelerinden dört güzide halienin (çar yar e güzin) üçünü katledecek kadar politize olmuş bir topluluk. Peygamberin kendisi kimin devlet başkanı olacağını belirtme gereği duymayacak kadar hatta devlet yöneticisinin nasıl belirleyeceğini belirtme gereği duymayacak kadar ilgisiz iken bu konuya nasıl oluyor da vefatının hemen ardından birbirini acımasızca katledecek kadar politize olabiliyorlar.

Peygamberin en yakınındaki iki insanın Hz. Ayşe ve Hz. Ali’nin birbirine kılıç çekecek kadar tarafgir davranması nasıl anlaşılmalıdır? Bunu anlamadan, bunun dindeki yerini saptayıp anlamlandırmadan bu gün Şiilerin ve Sünnilerin birbirlerinin camilerini ve pazarlarını, daha çok kişi ölsün diye, bombalamalarını nasıl yorumlarsan yorumla kar etmez.

Şu soruya vicdanında yanıt vermek zorundadır her Müslüman: Sahabe’nin birbirinin boğazını kesmesi İslam’ın neresinde? Hala sahabenin her yaptığını Hıristiyanların havarilere yüklediği masumiyet ilkesine benzer şekilde bir masumiyet yükleyerek “her ikisi de doğru yapmıştır” mı diyeceğiz?

Tarihteki tartışmalı olaylardan din çıkarmak yerine ilkelere göre tarihteki olayları yargılamak ve geçmek daha doğru olur. İlkeyi kaybederseniz herkes her şeyi din adına “hakikat” diye savunur ve kendine göre bir yaşam tarzını da meşrulaştırır.

Bu anlayış mıdır Peygamberin bıraktığı miras?

Ne Kur’an ne de Peygamber bu kadar devletçi ve politize bir din ortaya koymamaktadır. Sadece hayata dair ilkelerden, iyi ve kötüden söz ederek insan yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Ama buna rağmen geçmişten günümüze kadar Müslüman toplumlarda bilim, sanat, ahlak, itikat-teoloji ve benzeri bütün bir medeniyet tasavvuru devletçi bir yörüngede şekillenmiştir.

Zihinsel ve endüstriyel her türlü üretimin “devletin selametine” ve güvenliğine paralel bir yapı oluşturduğunu görüyoruz. Temel düşünce “esakir-i islamiyenin kuvveti ve küffarın helakı” (islam ordusunun gücü ve kafirlerin helak edilmesi) anlayışı ile şekil almıştır.

Devlet için fetva verilmiş, devlet için bilim ve düşünce insanı öldürülmüş/cezalandırılmıştır. İşin garibi şu an bile neredeyse her türlü dini ve siyasi düşünce ya “devleti ele geçirmek” ya da “devleti korumak” için şekilleniyor.

Bu minvalde yapılanan bir dini düşüncenin ve algının sivil ve insani bir yapıya dönüşmesi kolay değildir elbet.

Peki çare nedir? Bir sivil ve demokratik İslam yorumu mümkün değil midir?

Bireyi toplumun önüne, mü’mini ümmetin önüne, imanı devletin ve adaleti güvenliğin önüne koyan anlayış mümkün değil midir?

Bize göre mümkündür. Bunun adı “Müslüman/caDemokrasi”dir. Önümüzdeki hafta çıkacak olan bu isimdeki kitabımız yukarıdaki konu bağlamında şu soruları tartışmaktadır:

-İslam’ın bir yönetim teorisi var mıdır?

-Neden Kur’an devlet ve yönetim şeklini tanımlamaktan çok adalete vurgu yapmıştır?

-Ve neden devletin başına gelecek kişileri belirlemekten çok gelecek kişinin uyacağı ahlakı belirlemiştir?

-İslam’da bir demokrasi kültürünün zemini var denilebilir mi?

-Demokratik kültürün Müslüman toplamlarda az olmasının nedeni İslam mıdır yoksa Müslümanlar mıdır?

-Demokrasi laik olmak zorunda mıdır?

-Demokrasiyi savunmak dinden çıkmaya neden olur mu?

-Demokrasi bir itikat sorunu mudur ahlak sorunu mudur?

-İslam’da “ilahi devlet” ve “beşeri devlet” diye bir ayırım var mıdır?

-Demokraside halk sonsuz egemen midir? Mesela halk insan haklarını da kaldırabilir mi?

Baba Figürünü Öldüren Modern Toplum

Babanın Sembolik Ölümü ve Modern Yaşam
  

Baba” kelimesi Hint-Avrupa dil ailesinin en eski dili olan Sanskrikçe’den yayılmış bir kelimedir. Baba kelimesi birçok dilde biyolojik baba anlamının dışında otoritenin de sembolü olarak kullanılır.  Tarihin babası, baba-oğul-kutsal ruh ve benzeri birçok alanda kurucu irade ve yöneten anlamında kullanılır. Bu yönüyle "erkeklik" ve "dişilik" ile doğrudan ilgili değildir. 

Baba kelimesi ve baba otoritesi üzerinde çokça dini, mitolojik ve sözde “bilimsel” teoriler üretilmiştir. Freud ve takipçilerinin büyük oranda cinsel yasakçılık ve dolayısıyla ilk tabu oluşunun etrafında “baba” kavramı üzerinden üretilmiş mitolojiyi aratmayacak “bilimsel kuramları” vardır.

Freud’un Oedipus Kompleksi ve Lacan’ın “Baba’nın adı” teorisi babanın insanlık kültüründeki anlamı, kişilik gelişimi ve aile içi otoritesi üzerine bu bağlamda üretilmiş son derece kışkırtıcı kuramlarır.

Zizek’in Gıdıklanan Özne çalışmasında konu edindiği gibi  “babanın öldürülmesi” hayvandan insana geçiş için olması gereken şeydi. Çünkü baba otoritesinin simgesel anlamı yasakları ve tabuları barındıran ve inşa eden kültürün, değerlerin ve temel kaynağıdır.

Lacan için de Babanın Adı’nı tanımak kişinin kendi öznesini kurma aşamasıdır. Artık bundan sonra kişi/özne “kültürel düzen”in simgeleriyle düşünecektir.Lacan’a göre bunun en önemli kısmı cinselliğin içgüdü olmasına rağmen bir tabuya dönüşmesidir. Bu durumu toplumsal kastrasyon (hadımlaştırma) olarak isimlendirir.

Kültürün temeline cinsel tabuları koyan bu anlayışa göre Tanrı kavramı da aslında “baba” otoritesinin bir şekilde yüceltilmesi ve yansıtılmasından başka bir şey değildir.

Cinsellik dürtüsünün “baba otoritesine” dayalı yasaklarla kurala dönüştürülmesi üzerine kurulu bu anlayışta “babanın öldürülmesi” Tanrı’nın da ölümü anlamına gelecektir.

Tanrı’nın ölümü değerlerin de ölümü anlamına gelir. Büyük oranda baba otoritesi ve onunla ilişkili olarak Tanrı otoritesi insanın varoluşunu gerçekleştirmesinin önündeki temel engel olarak görülür bu çevrelerde.

Baba ve Tanrı otoritesinin gölgesinde insan toplumsal hadımlaştırma korkusu yaşamakta ve özgürce davranamamaktadır. Buna göre insanın kendini var etmesi için baba/tanrı otoritesini yok etmesi gerekir.

Bu gün özellikle ve büyük oranda Batı toplumlarında Baba kavramı giderek anlamını yitirmektedir. Bu sadece  “aile reisliği” veya “otorite kaynağı” anlamında değildir. Biyolojik anlamda da “baba” kavramı ortadan kaybolmaktadır.  Giderek yaygınlaşan anlayış ile  babasız çocuk yapmanın ve bir baba “biyolojisine” ihtiyaç duymadan çocuk sahibi olabilmenin meşruiyet yolu yapılmaktadır. Bunun ne kadar yaygınlaştığı o kadar önemli değildir. Fikir olarak da insanlık önünde duruyor olması bile “baba otoritesi” üzerinde yeterince sarsıcı etki için yeterlidir.

Modernizmin Tanrı kavramını ve otoritesini yok etmeye çalışan seküler dünya görüşü öncelikli olarak ailede “babanın yok edilmesi” ile başlamıştır. Bu durum “babanın sembolik öldülürmesi” olarak şeklinde yorumlanabilir.

Baba yoksa ailede yasaklar da, yani “tabu” diye nitelendirilen “ahlaki değerler” de olmayacaktır. Bu yönüyle babanın ölümü modern dünyanın insanlığa attığı en büyük kazıktır. Otorite aileden alınıp "evensellik" adı altında merkezileştirilmiştir. Babanın “aile reisi” olarak tanınmamasının ülkemizde olduğu gibi bütün Müslüman ülkelerde de yaygınlaşmasının “sembolik anlamı” “babanın sembolik ölümü” olarak yorumlanabilir.

Kadın ile erkeğin ayrıştırılmış ve yarıştırılmış iki kimlik olduğunu ileri süren Simone de Beauvoir’un kadını erkekleştiren ve erkeğe rakip yapan feminist anlayışı yerine Luce Irigaray’ın “kadının erkekleşmesine” karşı çıkan ve “dişi kimliğinin tanınması”ndan hareket eden anlayışı korumak gerekir belki de.

Çünkü bu anlayışın beslediği körüklediği “babanın ölümü” ile aile kavramı yok olmakta ve giderek “bekar anne” kavramı ortaya çıkmaktadır. Batılı bir çok ülkede doğum yapmaya giden bir anneye resmi olarak çocuğunun babasının belli olup olmadığı sorulma ihtiyacı duyulmaktadır. Bu durum İslam öncesi “cahiliye toplumunda” olduğu gibi çocuğun kime ait olduğuna dair kültürel durumu hatırlatmaktadır.

İnsan değerleri olan tek varlıktır. Bu değerler ister sekülerlerin dediği gibi kendi üretimi (icadı) olarak kabul edilsin ister dindarların dediği gibi verilmiş (keşf edilen) değerler olsun fark etmez. İnsan değerlerinden arındıkça veya onları yok edip unuttukça hayvana dönüşür. Hayvan topluluğu ile insan topluluğu arasındaki en temel fark olan değerleri ortadan kaldırmaya yönelik “babanın sembolik öldürülmesi” insanlığa yapılan en büyük kötülüktür.



Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...