11 Mayıs 2018 Cuma

Korku Endüstrisi ve Korkunun Ontolojisi, Mustafa Çevik

KORKU ENDÜSTRİSİ VE KORKUNUN ONTOLOJİSİ

Prof. Dr. Mustafa Çevik / Ankara Sosyal Bilimler ÜniversitesiPazar, 14 May 2017 01:52 (Diyanet Dergi)
Korkunun temelinde bilgi mi yatar cehalet mi? Başka bir deyişle, insan bildikçe korkusu artar mı azalır mı? Korkunun bir gerçekliği var mıdır? Veya neden korkarız? Bu yazının seyrini bu soruların çerçevesi belirleyecektir.
İnsanın yaşamını yöneten korkularıdır. Hayvanda da temel güdü yaşamını sürdürmesine mani olacak durumlara karşı kendini korumaktır. Tedbir alır, planlar ve uygular. Bütün canlılarda karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı hissettikleri korku onların yaşamını şekillendirir. Kimi kuşların yuvasını sarp kayalıklara veya ağaçların tepesine yapması gibi.
Canlılar içinde korkusu en fazla olan, dolayısıyla korkuyu hayatına en çok yansıtan insandır. İnsanın korkuları bilgisi ve zekâsı oranında gelişmiştir. Bilgisi arttıkça ve zekâsını geliştirdikçe karşılaşabileceği riskleri ve tehlikeleri de o oranda karmaşık hayal eder ve tedbirlerini de o oranda karmaşık ve sağlam olur.
Yakalanabileceği hastalıklar hakkında bilgisi arttıkça insan daha korunaklı ve daha hijyenik bir yaşama kendini hapseder. Gözle görünmeyen ve ilk bakışta öngörülemeyen riskler bilimsel gelişmeler ile birlikte görünür oldukça eskiden gerek görülmeyen ekstra güvenlik ve hijyen tedbirleri almaya başladı insan.
İletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesiyle birlikte yaşam şekli karmaşıklaştıkça, hem bireyler hem de devletler kendi varlığına karşı potansiyel tehlikelerin çoğaldığını fark ettiler. Bu durum insanın bilimsel ve teknolojik gelişme ile tehlikelere ve korkulara karşı tedbir alma imkânı sağlamış gibi görünüyor olsa da aslında aynı gelişmelerin yeni tehlikeleri ve korkuları da beraberinde getirdiği hatta icat ettiği de söylenebilir. Nitekim karşılaşılan birçok tehlike aslında insanın kendi yaptığının sonucudur. Üstelik bu sadece bilim ve teknoloji üretmekle de ilgili değildir. Yaptığımız her şey aynı zamanda bir tehlike getirir beraberinde. Taşınmak, ticaret, yolculuk, araba kullanmak, yatırım yapmak, hatta yaşamanın kendisi de sadece yaşadığımız için tehlikeler ve riskler barındırır. Var olmak, dünyaya adım atmış olmak, başlı başına devasa bir riski, her an yok olma riskini içinde barındıran bir olaydır.
Öyle ise korku ve onun temelinde yer alan tehlike yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır denilebilir. Tehlikeyi ve riski bildikçe korkarsınız. Onun için, “Kulları içinden ancak bilenler Allah’tan korkarlar.” buyrulmaktadır ayet-i kerimede. (Fatır, 39/28.) Bu kural, yani bilme ile korku arasındaki doğru orantı, sadece Allah korkusu için değil aslında genel durum için de geçerli bir kuraldır. Çünkü her zaman bilen, bilmeyenden; zeki, zeki olmayandan; gören, görmeyenden ve duyan, duymayandan daha çok korkar.
Mesela bir bebek, yanına gelen bir yılanın zehrinin oluşturduğu tehlikeyi bilmediği için rahatlıkla yılanı tutar ve hatta ağzına götürebilir. Bebeğe bunu yaptıran onun “konu” hakkındaki bilgisizliğidir. Hayvanların durumu da böyledir. Hayvanlar “kendilerine öğretilenin dışındakileri bilmedikleri için” bazen büyük tehlikelere korkusuzca atlayabilirler. Cahil insanın durumu da böyledir. Bilmediği bir duruma karşı risk hesaplaması yapamaz ve kendini cehaletin verdiği rahatlıkla riskli ortamın akışına bırakabilir. İslami anlamda “cehalet” de, yani yaratıcıyı inkâr eden kişiler, öte dünyada karşılaşabileceği tehlikenin riskini “bilmediği” için inkâr ve zulümde ısrar etmeye devam ederler.
Burada insan “aklını kullanınca” yukarıda söz edilen, çocuğun, hayvanın, cahilin vs. durumuna düşmeden var olan risk alanı hakkında bilgi sahibi olmazsa bile bir oranda ihtimal hesaplaması yapar. Tedbirini ona göre alır. Onun için zeki insanlar daha tedbirli yaşarlar. İman etmek de böyle bir şeydir. Aslında risk hesaplamasıdır. Elbette iman sadece korku üzerine inşa edilemez. Ama “korku ve ümit” arasında kalmanın korku payı böyle anlaşılmalıdır. Bu bağlamda daha önce “Hangisi Daha Zeki, Ateist mi İnanan mı?” başlığıyla bir yazı yazmıştık. Orda Hz. Ali’ye mal edilen “tedbir” amaçlı iman kıssası ve ona benzeyen Pascal’ın “Kumar Teorisi” yaklaşımını iman, bilgi ve korku ilişkisi bağlamında yorumladık. İnanmak elbette ilahî sevgiye dayalı olmalı öncelikle. Ama bir miktar da olasılık hesabı yapmaktır. Yaratıcıyı inkâr “ya varsa” ihtimalini görmezden gelmektir. Zekice olan riski görmek, ürkmek, korkmaktır. Ateistin “belirsiz ve bilinmez” kabul ettiği alan için tedbir almaması zekice değildir, rasyonel değildir.
Üretilmiş korkular
Korkular insan zihninin zihin dışındaki dünyaya yüklediği anlam ile ilgilidir. Zihin dışı derken fizik ve metafizik evrenin tamamı anlaşılmalıdır. Korkuya neden olan şey bazen yanı başımızdaki fiziksel bir nesne olabileceği gibi bazen de duyumlanamayan mana dünyasına ait varlıklar da olabilir. Bazen de insanın kendisinin uydurduğu hayali veya mitolojik varlıklar olabilir. Ama genel anlamda korkuların sübjektif yani zihnimizden dışarıya yüklediğimiz anlam ile oluştuğunu söylememiz mümkündür. Onun için çok ayrıntı düşünen, çok ince hesap yapan ve çok geniş olasılıkları hayal edenlerin çok daha fazla korkuları olur.
Genel bir kural olarak denilebilir ki bütün korkular zihnimizin ürünüdür. Panik veya “panik atak” denilen anksiyete bozukluğu çevreye karşı duyulan korkuya dayalıdır. Plan yapma, mantıklı davranma ve düşünme yetilerini yitirmek ve ölüm korkusu gibi belirtiler yaşatan (Dr. Ebru Yurdagül Altıntaş, “Panik Bozuklukta Yaşam Kalitesi: 3 Aylık İzleme Raporu,” (Yayınlanmamış Tez), Çukurova Üniv. Tıp Fakültesi, Adana 2006.) bu davranış bozukluğunun ismi de Yunan mitolojisinin yarı insan yarı hayvan olan Pan tanrısından alır. Pan aslında çoğu zaman neşelidir, pan flüt çalarak kırlarda gezinir ama zaman zaman insanları korkutmak için gürültü çıkarır. İşte aniden ortaya çıkan ve sebebi anlaşılmayan korkuların nedeninin bu gürültü olduğu düşünülmüştür Yunan mitolojisinde. (Gürel ve Muter, “Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin Kullanılması,” Sosyal Bilimler dergisi 2001/1.) Benzer şekilde aniden ortaya çıkan korku durumlarından kaynaklı davranış bozukluğunun “panik atak” olarak isimlendirmesi de buradan gelmektedir.
Korkuyu hissettiren kaygıdır. Bizim kültürümüzde “Deliye her gün bayram” ifadesiyle anlatılmak istenen kaygı yokluğudur. Delilerin ve çocukların nispeten daha mutlu olmalarının nedeni budur. Monteigne bu kaygı durumunu şöyle anlatır: “Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden, uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Oysa fakirler, haydutlar, köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha yanılmaz bir beladır.” (Monteigne,”Denemeler,” (Çev. S. Eyuboğlu) Cem Yayınevi, İstanbul 1989, s. 179.)
Toplum mühendisleri kaygı hâlinin gücünü bildikleri için sürekli olarak toplumda bir güvenlik ve gelecek kaygısı hissi üretirler. Bununla kalabalıklara, normal şartlar altında kabul etmeyecekleri şeyleri kabul ettirmiş olurlar.
Çoğu zaman siyasal, ekonomik ve ideolojik sömürüye açık hale getirmek için küresel güçler böyle korkular yayarlar. Terör, savaş, dış düşman, iç düşman, ulusal güvenlik gibi korkular çoğu zaman üretilir ve bunun üzerinden küresel sermayenin düzeni sağlamlaştırılmış olur.
Modern zamanlarda kentli insan için üretilmiş en sistematik korku ise kabul görmeme, başarısızlık ve yok sayılma korkularıdır. Eğitim ve propaganda yoluyla bir standart oluşturulur ve birey bu standarda uygun olmak için sürekli çabalamak zorunda kalır. Üretilmiş korkuların içinde en sistematik ve planlanmış olanı insanın yeterliliğini kurumsal ve toplumsal onaya bağlamaktır. “Onayın standartlaştırılması” ile insan sürekli olarak kendini birilerine beğendirmek için uğraşır olmuştur. Beğendirdikten sonra da kişi “beğeninin sürekliliği” için uğraşmak zorundadır. Kaygıya dayalı olarak elde edilmeye çalışılan bu tür mutluluğu Güvercin Mutluluğu diye tanımlamıştık.
Bu durum aslında korkunun bir tür ticari metaa dönüştürülmesidir. Korku her daim sizi yönetir. Standartlaştırılmış onaya itiraz etmek cesaret ister. Üretilmiş korkuların esaretinden kurtulmak için çok güçlü bir kişiliğe sahip olmak gerekir. Kurumsal ve toplumsal beğeni standardını önemsemeden yaşamak birçok alanda yetersiz olmayı, başarısız kabul edilmeyi ve yenilgiyi kabul etmiş olmak gerekir. Varoluş mücadelesinde yöntemi reddetmektir. Bunu yapabildikten sonra ancak bu “üretilmiş korkuyu” yenebilir bir kişi.
Toplumları kontrol altına almanın tek yolu elbette sistematik korku üretmek değildir. Etik ile yani “maruf”a dönüşmüş evrensel örf ile de yönetmek mümkündür. Ancak bu uzun süreli bir planlama ile mümkündür. Halkı topyekûn ahlaklı davranmaya alıştırmak zor olduğu için birey devlet ilişkisi daha sığ bir yöntem olan üretilmiş korkular ile yönetmeye başvurulur. Birey Allah ilişkisinde iman ve amel ilişkisi de korku yerine ahlak ilişkisi ile düzenlenebilir elbette. Ama benzer zahmet ve süre burada da söz konusu olduğu için kâmil iman sahibi olmayanlar ancak ayette buyurulduğu gibi teslim olurlar. Veya başka bir deyişle ancak Müslüman olurlar. Çünkü iman onların kalbine inmemiştir. (Hucurat, 49/14.) Ama imanın temeli korku değil etiktir.

3 Mart 2018 Cumartesi

İlk Tarih Felsefecisi Samsatlı Lucianus'un (Lukianus) Tarih Felsefesi-Tarihçilikte Ahlaka İlk Çağrı (First Philosopher of History Lucian Of Samosata's Philosophy of History-1st Calling to Ethics for Historians)

Samsatlı Lukianus’un Tarih Felsefesi Tarihçilikte Ahlaka İlk Çağrı

Miladi 120 ile 190 yılları arasında yaşamış olan Lucianus bir çok ilke sahiptir. İlk bilim kurgusal öykü yazarı, ilk yıldızlar arası savaş kuğusu yapmış, ilk tarih felsefesi ve metodolojisi yazmış, ilk defa Hıristiyanları İsa’yı tanrılaştırmakla suçlamış bir yazardır. Batı dü-şünce tarihinde çok etkili olmuş bir yazardır. Lucianus,en ciddi eserlerini bile ironi diliyle yazar. İroni Lucianus için bir yazma değil yaşam tarzıdır. “Savaş bütün kötülüklerin anasıdır” sözünü aktara-rak Ermenileri savaşta yenen halkının zafer sarhoşluğuyla herkesin tarihçi olduğunu söyleyerek, savaşın asıl kötü sonuçlarına işaret eder. (Lucianus, s. 172) Ona göre bu kadar kötü yazarın çıkması sa-vaşın kötülüğünün kanıtıdır. Bu ironik yaklaşımını ateşli hastalık sonucunda beyni olumsuz etkilenen ve sağlığını kaybedip trajedi oynamaya başlayan ortalıkta şarkı söyleyip gezen Abdera halkının durumuyla sürdürür. Ona göre Abdera’da bir hafta içinde bir çok tra-jedi sanatçısı türedi ama kafayı yedikleri için. (Lucianus, s. 171) An-cak arada ki fark şu: Abderalılar deliliklerinden trajedi yapıyorlardı bizim yazarlarımız akıllılıklarından her biri kendini birer Thukydi-des, birer Herodotos ve birer Xenophon sanmaya başlamışlar. (Luci-anus, s. 172) Lucianus Tarih Nasıl Yazılmalı isimli kitabın tarih ya-zan bu çılgınlara bir nasihat ve birkaç kural hatırlatması kabilinde olduğunu söylerken oldukça mütevazidir. (Lucianus, s. 173) Lucia-nus tarih yazanların çoğunlukla aklına estiği gibi yöntemsiz ve ku-ralsız yazdıklarını söyler, oysa tarih yazmak bu işi ciddiye alan için yazım çeşidinin en zor şekli olduğunu ileri sürer. (Lucianus, s. 173) Andromedia trajedisi diye isimlendirdiği bu çılgınlık halini benim-semiş tarihçilere hiç değilse bundan sonra çıkacak olan savaşları doğru yazmalarını öğütler.
Tarihçi Ahlaklı Olmalıdır: Kötü Tarihçilerin Kusurları Üzerine
Lucianus’a göre bir çok tarihçide bulunan ortak kusur, yönetici-leri, liderleri ve komutanları övmektir. Mensup olduğu ulusu ve li-derlerini göklere çıkarırken ötekileri aşırı şekilde kötüler yerin di-bine batırırlar kötü tarihçiler. (Lucianus, s. 175) Lucianus bu tarz tarih yazıcılığını “övgücü tarihçilik” olarak niteler ve övgü ile tarih-çiliğin tamamen birbirine ters olduğunu söyler. Çünkü övgücülükte amaç övdüğü kişiyi veya kişileri memnun etmek onların sempatisi-ni kazanmaktır. Bunun için yalan söylese de olur. Ama tarih tıpkı nefes borusu gibidir. Nasıl ki nefes borusu bir tek damla su kaldı-ramazsa tarih de bir tek yalanı kaldıramaz. O yüzden bu tür tarihçi-lerin hatırlamaları gereken bir kural vardır. Onlara şiirin, destanın amacı ve kurallarının tarihinkinden ayrı olduklarını hatırlatmak ge-rekir. Aksi durumda övgücülüğü yöntem olarak benimsemiş tarihin şiirden farkı olmaz. (Lucianus, s. 176) Şiirde aranacak erdemlerle tarihte aranacak olanları birbirinden ayırmamak, şiirin temeli sayı-lan masalın, övgünün abartmalarını tarihe sokmağa kalkmak büyük bir kusurdur. (Lucianus, s. 176) Bu tarihi metin ile edebi metin far-kını ortadan kaldırmaktır. Lucianus tarihi şiir gibi övgü ile yazmayı çınar gibi gürbüz, etleri sert bir güreşçiyi bir yosmanın al giysileriy-le donatıp yüzüne makyaj yapmaya benzetir. Böyle yaptığınız zaman güreşçinin onuru nasıl beş paralık olursa tarihi şiir tarzında yazdı-ğınız zaman tarihi hafifletmiş olursunuz. (Lucianus, s. 177)
Edebi metin yöntemini yani şiirsel övgüyü tarihe sokma gerek-çesini iki nedene bağlar Lucianus. Birincisi metni eğlendirici kıl-mak, ikincisi de metni öğretici yaptığına inanmaktır. Bu iki yöntem de tarih yazarının hakikatten kaçınılmaz olarak uzaklaştırır. (Lucia-nus, s. 177)
Tarih’in amacı Lucianus’a göre faydadır. Fayda da hakikattedir. Tabi övgü ve şiirsellik kendiliğinden faydayı ve hakikati içeriyorsa o ayrı bir güzelliktir. Tıpkı güreşçinin gücüne ve gürbüzlüğüne gü-zelliğin katılması gibi. Bu güreşçinin gücünden bir şey götürmez el-bette. (Lucianus, s. 176)
Tarihçi tarih yazarken övgüden kaçmalı ve okuyucuyu düşüne-rek yazmalıdır. Okuyucunun bir yargıç gibi hatta bir savcı gibi din-leyen, hiçbir sözü kaçırmayan kişiler olduğunu düşünmeli ve öyle yazmalıdır. Tarihçi tarihi metin yazarken bir sarraf duyarlılığıyla yazmalı ve şakşakçıların alkışlarını ciddiye almamalıdır hiçbir za-man. (Lucianus, s. 178) Tarihi metni masallaarla, övgülerle, öylesne aşırı yaltaklanmalarla tatlandıranlar bir süre egemenlerin kölesi ve oyuncağı olmaya mahkümdurlar. (Lucianus, s. 178) Lucianus ege-menlerin resmi tarih söylemlerini dillendiren tarihçiliğin utanç ve-rici ve sefil bir durum olduğunu her fırsatta belirtir. Bunu erdemsiz-lik olarak yorumlar. Kendi ulusunu, ırkını, dinini toplumunu övmek için tarih yazanların bilincini yitirmiş oyuncular ve şarlatanlar ol-duğunu söyler.

Lucianus yaltaklanma ve övgüye dayalı tarihçiliğe yazılmış bir kitapla ilgili hikaye anlatır. Dediğine göre Aristobulos Büyük İsken-der’in Poros’un savaşını anlatırken çok abartılı ve İskenderi öven bir dil kullanmış. Sonra bu kitabı İskender’e sunmaya çalışırken İsken-der Aristobulos’un elinden kitabı alıp nehire atar. (Lucianus, s. 180) Zaten övgü ve yalakalığa dayalı tarihi eserlerden ancak aptallar hoş-lanırlar Lucianus’a göre. Ona göre övgülü ifadelerle anlatılmasını isteyen kendini pohpohlanmasını isteyeler resimciye resim ısmar-larken “kuzum güzel olsun” diyen zavallı çirkinler gibidirler.

Lucia-nus bütün tarihçilerin bu tarzda tarih yaptığını ve tarihi kendisinin, ulusunun ve mensup olduğu kitlenin yararına dönüştürmeye çalışır-lar, der. (Lucianus, s. 180) Bu gün akademik tarih yazıcılığında bile tam olarak eleştirel bir tarihçiliğin ve hakikati ortaya çıkarma amaç-lı tarihçiliğin bir gelenek olarak sürdüğünü söylemek zordur. Tarih-çiler hala büyük oranda insanlar tarih yazarken ve araştırma yapar-ken peşinde oldukları şey kendi yaşam felsefelerine ve yaşam tar-zına uygun kanıt arama peşindedirler. Kendi ideolojik duruş ve tu-tumlarına payanda bulma gayretiyle tarihçilik yapılıyor denilebilir. Örneğin bir tür tarih araştırması sayılan Hadis araştırmalarına bak-tığımızda şiiler tarafından oluşturulan ve kullanılan hadislerin Şiilik düşüncesini besleyen “hadisler” olduğunu, Sünniler tarafından oluş-turulan ve kullanılan hadislerin de Sünnilik düşüncesinin besleyen “hadisler” olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Benzer durumu her alanda görmek rahatlıkla mümkündür.
Lucianus tarih kitaplarında sık rastlanan bir anlatım tarzına ör-nek verir: “Europos kendi yakınlarında düşmanlardan 70.236 kişi öldü. Romalılardan ise ancak yedi kişi ölmüş, yedisi de yaralanmış.” Böyle bir aktarma yaptıktan sonra şöyle der: “böyle uydurmalara inanacak sağdıyulu bir tek kişi bulunur mu, bilmem.” (Lucianus,s. 186) Lucianus tarihi olayları kendisi oradaymış gibi anlatan tarihçi-leri alaya alır oradaymış gibi tarih olaylarını resmetmeye çalışan tarihçileri şarlatanlıkla niteler.

Tarih Yazmada Yöntem

Lucianus,tarihçi olmak isteyen kişide iki temel erdemin bulun-ması gerektiğini söyler. Bunlardan biri politika işlerini anlamak di-ğeri de ifade yeteneği. Lucianus tarihçi olmak için öne sürdüğü şart-ları açıklarken sanki bir askeri tanımlıyor. Askeri bilgilere vakıf ol-mayı detaylı olarak bilmeyi şart koşmaktadır. Bu onun tarihi bir tür savaş tarihçiliği bağlamında aldığını gösterir. Örneğin medeniyet veya kültür tarihçiliği pek gündemi değil gibi görünüyor. “Evlerin-den hiç çıkmamış, ne bilirlerse hep başkalarından öğrenmiş kimse-lerden olmasın” derken bunu kast ediyor sanki. (Lucianus, s. 198)
Lucianus için tarihçi olmanın bir başka şartı da “her şeyden önce düşüncesinde bağımsız bir kişi olması gerekir. Kimseden korkma-yacak, kimseden bir umudu olmayacak; yoksa, ellerine biraz para sıkıştırıldı mı, şunun bunun dileğine hıncına araç olmaktan çekin-meyen yargıçlara döner. Gözü pek olmalıdır… İskender yavuzluk edip Klitos’u öldürmüş mü? Sonra bunun anlatılmasını istesin iste-mesin, tarihçi yılmadan yazmalıdır.” (Lucianus, s. 198)

Lucianus tarihçinin doğruyu anlatmasındaki haklılığı ve meşrui-yeti şöyle izah eder: “Atinalılar iyice düşünmeden bir işe girişmiş-lerse, o işin sonu kötü çıkmışsa suç tarihçide mi? Sağduyusu olan bir kimse çıkıp da ona: ‘sen bunları olduğu gibi söylememeliydin, söylemekle iyi etmemişsin!’ diyebilir mi? O yapmamış ki anlatı-yor… Olup bitenleri anlatmamakla, doğruyu söylemeyip de yalan uydurmakla bir iş düzeltilebilseydi, Thukydides de kalemiyle vurur Epipolai üzerine kurulmuş duvarı yıkar Hermokrates’in üç çifteli kayığını devirir… Thukydides öyle yazdı diye Glotha bir eğirdiğini yeniden eğirmez, Atropos da olayları değiştirmedi.” (Lucianus, s. 199)
Tarihçi olmanın bir başka şartı da, “olayları, oldukları gibi yaz-maktır:, … Tarihçinin sevmediği kişiler bulunabilir, ama o gene ka-munun iyiliğini düşünür doğruyu kendi hınçlarından üstün tutar sevdiği kimseler de vardır, ama sevdiklerinden birinin bir suçunu görürse onu da yazar, dostunu korumağa kalkmaz. Bir daha söyle-yeyim: tarihçinin biricik ödevi budur bence; tarih yazmağa kalkışan kişi yalız doğruyu göz önünde bulunduracak doğrunun bilinmesine çalışacak, başkaca bir kaygısı olmayacaktır; kendisini dinleyenleri değil, kendisi göçtükten sonra gelip yazdıklarını okuyacak olanları düşünecektir: biricik kural, tam ölçü budur işte” (Lucianus, s. 199-200)
Lucianus bu ilkeye bağlı olmadan tarihçilik yapan kişilerin o gü-nün şartlarını gözeterek yani konjuktörel bakarak yazdığını kabul ettiği için onların gerçek birer dalkavuk olduklarını ileri sürer. Buna Büyük İskender’in zamanının tarihçileri hakkındaki düşüncesini ak-tadır. Büyük İskender: “bugünküler beni övüp göklere çıkartıyorlar ama onların hepsi beni överek benim sevgimi kazanmaya çalışan dalkavuklardır” (Lucianus, s. 200-201/40) Lucianus bundan sonra Homeros’un yazdıklarını bu tarz dalkavukçu tarihçiliğe örnek verir.

Lucianus bir tarihçide olması gereken nitelikleri şöyle sıralar:
1-Korkmadan yazmak
2-Dürüst ve rüşvet yemeyen (İncorruptible)
3-Özgürce düşünmek
4-Özgürce konuşanın ve hakkın yanında olmak
5-Amacı olmak.
6-Güldürü yazarının dediği gibi: incire incir, kayığa kayık demek
7-Hıncının ve sevgisinin tutsağı olmamak
9-Acıdığı, saydığı ve utandığı için kimseyi korumamak
10-Tarafsız bir yargıç olup herkesin iyiliğini isteyen, kimse-ye hakkından çoğunu vermeyen
11-Yazılarında yurt nedir, kıral nedir bakmadan bir yabancı gibi davranmak
12-Kimseye bağlanmamak
13-Şunun bunun ne diyeceğine bakmadan olanı olduğu gibi anlamak (Lucianus, s. 57/41)
Thucydides, Lucianus’a göre, tarihçilik için bir kriter getirmiştir: iyi ve kötü tarih yazımı diye. Ancak ona göre Thucydides koyduğu bu ilkeye kendisinin de bağlı kalmadığını ima eder. (Lucianus, s. 57/42)

Tarihin Amacı

Tarihin başlıca amacı, hakikat olmalıdır. Hakikati, doğruyu açık-ça ve çekinmeden söylemelidir. Sıradan avam dilini de kimsenin an-lamadığı ağdalı dili de kullanmamalı, öyle bir üslup kullanmalı ki halk beğensin eğitimli kişiler de sevsin. Böyle yazılmalıdır tarih Lu-cianus’a göre. (Lucianus, s. 59/44) Tarihçinin üslubu da yaklaşımı da gerçekçi olmalı ayakları yere basmalıdır. Gereksiz yere coşkuya kapılırsa saçmalamaya başlar.(Lucianus, s. 61/45)

Tarihçi herkesten bilgi almamalıdır. Ya olayı doğrudan görenden yo da yalan söyleme ihtimali zayıf olan kişilerden almalıdır. Bu kaynaklar arasında da neye inanıp neye inanmaması gerektiğini se-çebilmelidir. Tarihçinin ustalığı burada ortaya çıkmalıdır. (Lucia-nus, s. 61/47) Tarihçiye düşen olayları tarafsızca anlatıp okuyanın olayları görmüş gibi hissetmelerini sağlamaktır. (Lucianus, s. 65/51) Tarihçiye şöyle seslenir Lucianus: “Tekrar tekrar söylüyo-rum, lütfen bu günün memnuniyeti ve alkışlarını düşünerek yazma. Gelecek için yazmayı hedefle. Kitabını gelecek nesillere yaz. Onlar senin için ‘Bu kişi gerçekten özgürmüş, dürüstmüş, kimseye yaran-mak için yazmamış’ desinler,” der. Aklı olan kişi bu günün umutla-rını bir tarafa bırakıp gelecekteki bu övgüleri üstün tutar. (Lucianus, s. 71/61) Tarihçi kendini doğru olana adamalıdır. Zamanında yaşa-yanların alkışlarına değil. Gerçek tarihçilik kuralı ve yasası işte bu-dur. (Lucianus, s. 72/63)

30 Aralık 2017 Cumartesi

“DEĞER” KAVRAMININ YOZLAŞMASI

Mustafa Çevik

“DEĞER” KAVRAMININ YOZLAŞMASI

Mustafa Çevik
Hocalık hayatımda neredeyse her sınıfa sorduğum bir soru vardır. Şöyle: “sizce ahlak evrensel midir yoksa kişiye ve topluma göre değişir mi?” Bu soruya rahatlıkla, “tabi ki toplumdan topluma değişir” diye cevap alırım genelde.
Oysa ahlakı göreli kabul edersek yani ahlak kişiye ve topluma göre değişiyor ise o zaman ahlakın bir önemi kalmamış olur. Çünkü ahlak göreli ise birine göre ahlaksız olan ötekine göre ahlaklı olmuş olur.
Temelde her türlü kavramın, kurumun ve anlayışın temelinde iki türlü yaklaşımın olduğunu düşünüyorum.
Birincisi “değişim”, “ilerleme” gibi kelimelerle ifade edilen yaklaşım. Bu yaklaşıma göre her şey değişiyor insanlık da bu değişimden evrilerek gelişiyor. Buna göre insan için sabit bir değer korunması gereken bir şey yoktur. Maddi ve manevi her ne var ise insan zihninin tarih içinde gelişmiş ürününden başka bir şey değildir. Bu durumda eğer her şey insan ile birlikte gelişiyor ise bu insanı da içine alan bir değişim olduğu için insan için durağan ve korunması gereken bir durumun yok anlamına gelir.
İkincisi ise hayatta ne oluyor ise bunun insan ürünü gibi görünse bile insanda verili olanın bir sonucundan başka bir şey değildir. Yani eğer insan devlet kurumunu icat etmiş ise bu bir tesadüfün veya ihtiyaç sonucu bir keşif olmaktan çok bir zorunlu durumun sonucudur. Çünkü insan başı boş  bir varlık değildir. Böyle bakılınca insan birinci yaklaşımdaki gibi doğanın kendiliğinden var olmuş bir ürünü değil bir amaçlılık içinde yaratılmış varlık olarak algılanır. Bu yaklaşımda bilginin amacı amac'ın bilgisidir denilebilir. Bu aşamadan sonra artık üretilen her türlü kavram ve kurumların söz konusu amaca uygun olup olmadığıdır.
Peki ikincisi yani amaçlılık (telos)  kabul edilmez ise veya telos kabul edilip ona uygun bir duyarlılk geliştirilmez ise ne olur? Eğer insanın bir amaçla var olduğunu kabul etmez isek üretilen her şeyin tesadüf, şans eseri ve nihayetinde anlamsız olduğu sonucuna varmak durumunda kalırız. Öyle bir durumda hiçbir kavramın ve kurumun doğruluğundan veya yanlışlığından söz edilemez. Bu durum doğal olarak relativizme ve değer bunalımına ve karmaşaya götürür. Nitekim “her şey gider”  sloganıyla sonsuz relativizmi yüce değer olarak sunan postmodernizmin en çok bu noktadan eleştirildiğini biliyoruz.
Eğer amaçsızlık değer relativizmine ve değer bunalımına neden olur ise sonuç ne olur?
Kimseye yapılan ve söylenen şeyin yanlış olduğunu söylemek için bir hareket noktamız olamaz. Yani bir zalim yönetimi eleştireceksek eleştirimizin bir dayanak noktası ve referans kaynağı olmak zorundadır. Aksi durumda iyi ve kötü ayrımı ve dolayısıyla iyinin tavsiyesi (emr bil ma'ruf ve kötünün eleştirisi (nehy anil munker) imkansız hale gelecektir.
Peki iyi ve kötü ayrımını yapabilmek için hareket ettiğimiz her nokta ve her referans haklı ve geçerli midir?
Kuşkusuz hayır. Çünkü her hareket noktasının doğru kabul edilmesiyle hiç birinin doğru kabul edilmemesi arasında bir fark yoktur. Öyle ise referans noktasi yukarıda söylediğimiz gibi insana getirilen tanımla ilgilidir. Eğer insanın kendisini ve yaptıklarını evrenin bir uzantısı ve doğal bir parçası sayarsak ayrı, yaratılmış, bilinç ve sorumluluk sahibi bir varlık kabul edersek ayrı referanslara varırız. O zaman hayatı anlamlı hale getirmek için nasıl ki hareket noktası kabul edilen referanslara ihtiyaç var ise doğru referans ile yanlış referans ayrımının da önemli olduğunu söylemek durumundayız.
Doğru referans yaratılış amacına uygunlukta aranmalıdır. Ancak bu gün başta Türkiye olmak üzere Müslüman dünyasında referans değerler sekülerleştirildiği için kendi bilim, sanat, hukuk, ahlak ve devlet anlayışları arasında bir bütünlük yoktur. Tek referansı “Allah adına okumak” olması gereken Müslümanlar bu kurucu değere yeniden döndüklerinde devletin kuruluşu, eğitimin programlanması, bilim anlayışı vs. her alanda birbiriyle bağlantılı bir referans değere sahip olunmuş olur.
Sekülerlik Allah'a, inanılsa dahi, kendi hayatında yer vermek istemeyen bir tür pratik ateizmdir.

29 Ekim 2017 Pazar

ÖLDÜREN SEVGİ, Sözün ve Yüzün Şiddeti üzerine -- Mustafa Çevik


29 EKİM 2017 PAZAR

Mustafa Çevik
Şiddet denilince fiziksel eylemin zorunlu olduğunu sananlar açık bir yanılgı içindedirler. Bir şiddet durumundan söz etmek için  güç içeren bir eylem şart olmadığı gibi bir eylemin kendisinin de olması gerekmez. Hatta çoğu zaman şiddet bir eylem içermeden sürdürülür. Bazen bir bakış, bazen bir sitem, bazen bir sessizlik, bazen iki damla göz yaşı …
Çoğu zaman sözün şiddeti eylemin şiddetinden daha yıkıcıdır. Bazen bir yüz ifadesi yakıp geçer muhatabını. Bir bakış bazen unutulmaz etki bırakır muhatabında. Bir söze, tavra, eyleme veya duruma şiddet yükleyen ona yüklenen anlamdır. Bunları şiddetli hale getiren taşıdığı anlam, karşıya verdiği mesajdır her zaman.
Karşıdakine, ötekine ve muhataba dayatılan her mesaj bir şekilde şiddet içerir. Dayatma ilişkilerin vazgeçilmez parçasıdır. Anne-çocuk, karı-koca, öğretmen-öğrenci, iki dost… bir şekilde şiddet içeren mesajlar ile karşıdakini teslim almak ister.
Bazen “hakkını helal etmemek” ile, bazen “yoksa beni sevmiyor musun?” sorusu ile, bazen not ile vs. Bir şekilde ilişkiler toplumdan, tarihten alınan güçle eyleme başvurmadan sözün ve yüzün ifade gücünden yararlanılarak baskılanır.
Yüzdeki ve sözdeki anlam, verdiği mesaj bazen eylemin içerdiği şiddetten çok daha derin bir etki bırakabiliyor. Eylemle durdurulamayacak birçok davranış rahatlıkla yüzün ve sözün ifadesiyle durdurulabiliyor.
Sözün ve yüzün ifadesinin doğru kullanılması bazen kurşun kadar etki bırakabilir.
Bütün bu eylem, söz ve yüze dayalı şiddetin kaynağı karşıdakinin de sizin gibi düşündüğünü varsaymaktan ileri gelmektedir. Kafadan şöyle düşünüyoruz: Ben karşıdan şu davranışı bekliyorum. Çünkü ben olsam onu yapardım. Ve bu beklentimizin tartışmasız karşıdakinin zihninde de aynı şekliyle var olduğuna inanıyoruz. Bunun için karşıdakinden beklentimiz bencilce bir tutuma dönüşür.
Giderek karşıdakine dayatma hakkını kendimizde buluruz. Karşıdakinin de olayı, ilişkiyi, diyaloğu veya sevgiyi tıpkı bizim gibi algıladığını düşünürüz. Algı bununla da kalmaz giderek karşımızdakinin bize ait olduğunu düşünürüz. Aslında bu algı biçimi bir süre sonra bir saplantıya dönüşür. Ve kendimizi muhatabımızın sahibi zannetmeye başlarız. Bu algılama şeklinden sonra artık karşıdaki muhatabımız bizim için sadece emir alması gereken bir robot gibi algılanır. Bu noktadan itibaren sistematik şiddet ve baskılama başlamıştır.
Tek suçu bizi var sayması, bizi muhatab alması ve değer vermesi olan muhatabı bu derece kuşatma arzusu etik sınırların ihlali sayılır. Bu sevgi ne tür bir ilişki olursa olsun temeli karşıdakini yok saymaktır. Etik ihlal karşıdakini nesneleştirmektir. Bu da onun aslında sadece uyum için emir bekleyen robota dönüşmesini istemektir.
Ayının yavrusunu sevmesi gibi sevdiklerimizi içimizdeki bu sahiplenme şiddetinden koruyamamamız sadece bir etik sorun değil aynı zamanda bir sağlık sorunudur da. Bu sorun çocuğunu çok sevdiği için kendi malı gibi görmek onun her şeyini kontrol etme hakkını kendinde görmek veya onun kendi istekleri doğrultusunda bir yaşam tarzı sürmeye mecbur sanmak şeklinde tezahür eder.
Yaratan bile yarattığı insanı bu derece kıskaca almamış, kulun otonomisine, özgün duruşuna ve tercihlerine yer açmıştır. Yaratan ahlaka yer açmak için insana özgürlük vermiştir. Çünkü insanın eylemlerinin anlamlı olması için onun özgürce ve bilinçli bir şekilde tercih edilmiş olması gerekir.
Bize sevgisini veren birini bu şekilde kuşatmak istememiz aslında onu bir anlamda öldürmekle eş değerdir. Onun için sevdiklerimizi sevgimizin ölümcül şiddetinden korumak zorundayız. Onun için de onların otonomilerine ve öz varlıklarına saygı duymak zorundayız.  
https://twitter.com/drmcevik

24 Ekim 2017 Salı

DEVLET Mİ HUKUK YAPAR HUKUK MU DEVLET YAPAR- -Mustafa Çevik



Mustafa Çevik
Demokrasilerde popüler bir cümle vardır. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Bu cümle adeta kutsal bir ilke gibi korunur ve tekrar edilir. İslamcısından, laisistine herkes yeri geldiğinde bu cümleyi kullanır.
Bu cümle ne kadar uygulanmıştır? Ne kadar uygulanması mümkündür? Bu soruları geçiyorum. Onlardan önce tartışılması gereken asıl soru şudur: Peki acaba bu cümle ne kadar rasyoneldir? Mesela millet her hakkı yeniden tanımlayabilir mi? Daha açık. Halk temel insan haklarını kaldırabilir veya yeniden tanımlayabilir mi?
Eğer evet derseniz o halde halkın ittifakı veya çoğunluğu halinde hak ve özgürlükleri askıya alması düşünülebilir demektir.
Oysa yüzde 99'a karşı yüzde 1'in hakkını koruyan halkın mutlak (şartsız) egemenliği değil halkın egemenliğini sınırlayan demokratik değerlerdir.
Yani halkın tamamı istese de kaldıramayacağı kurallar vardır. Bilinen temel hak ve özgürlükler mesela. Demokrasinin felsefesi budur.
Demokrasiyi sadece oylamadan saymak sandık fetişizminden başka bir şey değildir. Sandık sadece demokratik kuralları kimin uygulayacağına karar vermek içindir.
Halka mutlak yetki verenler halkın adalet, devlet, hukuk vs. her şeyi belirleyen bir yapı olduğunu ve bunun da çoğunlukla ekonomik ilişkiler üzerinden yürütüldüğünü kabul ederler.
Meşhur “alt yapı üst yapıyı belirler” anlayışı yani. Buna göre halk önceden hayvan sonra sürü halindeydi sonra toplum oldu. Ekonomi ilişkileri aileyi, devleti sonra da hukuku doğurdu.
Böyle bakınca devlet hukuku yapan güç oluyor. Devlet de şartlara ve durumlara göre bu hukuk kurallarını değiştirip dönüştürebilir anlamına gelir. Burada tamamen devletin (demokrasilerde halkın) keyfiliğine meşruiyet sağlanmış olur.
Çünkü devleti belirleyen veya bağlayan ilahi veya kutsal bir ilke yoktur. Her devlet veya halk çağının gereği gibi hukuk düzenlemesi başak bir ifade ile adalet tanımı yapabilir demektir.
Oysa devlet veya hukuk kutsal ve tartışmasız bazı ilkelerce sınırlandırılmıştır. Bu gün dünyanın geldiği anlayış burasıdır: Devletler ister demokratik devlet olsun ister totaliter yapı olsun hukuk yaparken bazı kurallara uymak zorundadır.
Yani devlet hukuk yaparken keyfi davranamaz. Hukuk yapmanın kuralı devletin keyfi değil insanlığın “ortak kelimesi”dir. Bu ortak kelime insanların doğuştan anlayabileceği temel haklar ve özgürlükleri güvence altına alan bir tür gizli sözleşmedir.
Bu gizli sözleşme başka deyişle “ortak kelime” bütün dinlerde ve ideolojilerde vardır.
Onun için devlet hukuk yapmaz. Evrensel hukuk devlet yapar. Devletler meşruiyetini evrensel hukuktan alabilirler. Bu evrensel ilkeye ve ortak kelimeye ne kadar uyarsa bir devlet o kadar adil bir devlet olur.
Devlet ve halk hukuk yapmada sonsuz yetkiye sahiptir demek realistlerin, materyalistlerin ve Marxistlerin savunduğu felsefedir. İdealistler savunduğu ise “ilke” taraftarlığıdır. Ortak kelime insanlığın ortak ilkesidir. Buna bağlı olmak zorundadır herkes.

15 Ekim 2017 Pazar

‘MÜSLÜMAN EVRİMCİLER’E BİR SORU: AHLAK KEŞİF MİDİR İCAT MIDIR? ---Mustafa Çevik



Mustafa Çevik
Aynı soruyu dil için, akıl için, konuşma yeteneği, gülme ve hüzünlenme için de sorabilirsiniz. Hepsinde varacağınız sonuç aynı olacaktır. Ya insan bütün bunları  “evrimsel süreç içinde çevrenin kendisine sunduğu şartlar” yoluyla üretmiştir diyeceksiniz ya da hayır insanda bu tür yetenekler vardır onları tarihin akışına ve kültürel ortama göre şekillendirmiştir diyeceksiniz. Bu ikisi birbirinden çok farklıdır. İlkinde, örneğin dil, insanda ilk dönemde yoktu diğer canlıları ve çevreyi gözetleyerek sesler çıkarmaya başladı sonra bu sesler giderek anlamlı hale geldi.
Hocalık hayatım boyunca neredeyse bütün sınıflara sorduğum bir sorudur. “Sizce dil nasıl ortaya çıkmıştır?” diye sorarım. Yüzde yüze yakın bir çoğunlukta öğrencilerimin yukarıdaki evrilme süreciyle dilin doğuşunu izah ettiklerini gördüm. Siz de deneyebilirsiniz. Etrafınızdaki insanlara bu soruyu sorduğunuzda benzer bir izah ile karşılaşacaksınız.
Bu da gösteriyor ki “ürettiğimiz ulus”un her bir bireyi kendi içinde gizli birer “sosyal evrimci” barındırmaktadır. “Adem'e bütün isimleri öğrettik,” diyen ayete rağmen dilin hayvanları taklit ile ortaya çıktığını neden düşünüyorsun dediğimizde bu teorinin bilimsel olduğunu söylerler. Elbette bu ayet ateistleri ilgilendirmez. Ama bu yaklaşım hem Müslümanları hem de “Önce söz vardı” diyen Yuhhanna'ya inanan Hıristiyanları da ilgilendirir.
Biyolojik evrimden “ruhun evrilmesine” izahı olmayan bir geçişle atlamak bir dünya soruyu cevapsız bırakır. Bunlardan biri de ahlaktır. Dil gibi Ahlak nasıl ortaya çıkmıştır diye sorduğunuzda ahlakı sosoyolojiye dayandırmak isteyen bilumum (her türlü) sosyal evrimci çevreler ahlakın insanlığın bir “icadı” olduğunu söyleyecektir. Yani tarihin bir döneminde kimi insanlar sosyal düzenin sağlanması için ahlakı, dini vs. icad etti diyecekler.
Ama eğer ahlak bir icad ise insanın o zaman ahlakın değeri sadece toplum düzenini sağlayan bir “fayda”dır. Yani ahlak veya ahlaklı olmak bizatihi kendisi değerli bir şey değildir demiş olursunuz bununla. Sadece o an veya o gün işe yaradığı için değer verilmiş olur. Bu durumda insanların içtenlikle ve dürüstçe ahlaklı olmalarını beklemeye yer kalmamış olur. Yani ahlaki eylem gerçekleştirirken bir içtenlik ve samimiyet gerektirmez.
Oysa kişiyi ahlaklı kılan yaptığı eylemin ardındaki iyi niyetidir. Yanlışlıkla veya art niyetle iyi eylemler gerçekleştirenleri ahlaklı saymaz kimse. Tesadüfen ahlaklı olunmaz ahlak bilinç ve niyet gerektirir.
Kaldı ki evrimsel süreç içinde toplumların kendi sosyal gerçekliği içinde ürettiği ahlakın o gün için yararlı olma olasılığı var ama bu gün farklı bir ahlaki “iyi” ve “kötü” konseptine pekâlâ sahip olabiliriz.
Bu durumda geçmişin kötülüklerini kötü, iyiliklerini de iyi diye nitelendirmek anlamsız hale gelir bu sosyal evrimci ve “icatçı” yaklaşımda. Geçmişte yapılanları iyi ve kötü diye niteleyebilmek için bütün zamanları aşan ve insan ürünü olmayan bir “iyi” ve “kötü” konseptine sahip olmak gerekir.
Bu “icatçı” söylem ile bütün kötü insan eylemleri mübah ve normal hale gelir. Mesela geçmişte insanların daha acımasız ve gayri medeni olduğunu söylemek anlamsız olur çünkü zaten insanlık henüz gelişmemişti, evriliyordu. Çünkü henüz olgunlaşmamıştı.
Hatta bugün de devletin veya kişilerin bütün gayri adil ve kötü tasarruflarını da böyle değerlendirme imkanı vermiş olur. Çünkü her türlü yanlış, zararlı ve hukuksuz uygulamayı “henüz insanlık olgunlaşmadı” diyerek tolere etme meşruiyeti verir. Bu da sürekli olarak “iyinin ertelenmesi” ve “kötünün tolere edilmesi” kapısını açar.
Evrimi biyoloji kuramı olmaktan çıkarıp bir sosyal kurama dönüştürmek böyle izahı olmayan yığınla sorulara neden olacağı gibi. Avro-Amerika merkezinden dünyanın geri kalan kısmına “gelişmekte olan” toplumlar diye bakmayı da meşru kılar. Ahlak icad mı keşif mi sorusunu daha geniş okumak isteyenler 2008'de yazdığım bir yazıya bakabilir.
https://twitter.com/drmcevik

11 Ekim 2017 Çarşamba

“Müslüman Evrimciler”e bir eleştiri

Soru şudur: Evrim Kuramı Ateistler Sahipleniyor Diye Mi Reddedilmektedir?
Benim “Müslüman Evrimciler” diye nitelediğim kesim tarafından çokça ifade edilen bir durumdur bu iddia. Bunu göre evrimin kendisi aslında teizme (özelde İslam inancına) aykırı bir şey içermemektedir. Buna göre karşı çıkanlar cehaletlerinden dolayı evirimi İslam karşıtı bir anlayış gibi görüp karşı çıkmaktadırlar. Bunun için de şöyle düşünmek gerektiği tavsiye edilir: Evrime kimin sahip çıktığına bakıp reddetmek yanlıştır. Evrimin kendisine bakmak gerekir. Evrimin kendisine baktığımızda ise İslam dinine ve Kur’an’a aykırı bir durum göremiyoruz denilmektedir.
Bir kere şunu belirtelim ki evrime karşı çıkanlar evrimin bilimsel sonuçlarına ve metodolojisine değil onun ortaya koyduğu inanç ve felsefi yapıya karşı çıkmaktadırlar. Evrim salt bilimsel bir faaliyettir denilemez. Çünkü elde ettiğini ileri sürdüğü sonuçlar itibarıyla bilimsel olduğu kadar bir teoloji gibi ele alınmaktadır. O nedenle denilebilir ki tam aksine “Müslüman evrimciler”in sıklıkla yaptığı şey budur. Yani “geçmişte falanca Müslüman düşünür, yazarçizer de evrimi savunmuştur onun için evrim İslam dininde vardır” derler. Burada tam olarak “Müslüman Evrimciler’in itiraz ettiği bir mantık hatası vardır. Evrimin kendisinin savunulur olduğunu ele almak yerine ona Müslüman kimlikli birinin zamanla sahip çıkması ile evrim savunusu yapılmaya çalışılmaktadır. Bu aslında bilinçli bir hedef saptırmacadır. Çünkü biliyoruz ki bir kuram veya bir inancın doğru olup olmadığını geçmiş “İslam âlimleri”nin, İbn-i Miskeveyh ve Mevlanagibi,  ona karşı tutumu değil Kur’an ve sahih sünnet belirler. İslama uygunluk kriteri budur.
Burada evrimin kendisinin ortaya çıkardığı anlayış karartılmaktadır. Salt doğa bilimi faaliyeti gibi ele alınıp ona karşı çıkmanın Müslümanları bilimden uzaklaştıracağını ileri sürmek bir durum karartmasıdır. Evrim insanı salt biyolojik bir süreç olarak kabul ediyor ise buna karşı çıkmanın bilimle çeliştiğini söyleyemeyiz. Çünkü biyolojinin konusu burada İnsanın biyolojisidir, ruhsal, zihinsel ve benliğini oluşturan manevi alan değildir zaten. Bu konu ile hiç ilgilenmeyip o alanı yok saymaz ise o zaman biyolojinin sadece biyoloji yaptığını düşünüp evrim kuramının inanç ve felsefi tartışma alanına müdahalesi de söz konusu olmayacaktır. Böylece söz konusu tepkiler de gelişmemiş olurdu. Mesela evrim kuramı sadece hayvanların evrildiğini söyleseydi büyük olasılıkla büyük karşı çıkışlar olmayacaktı. Çünkü hayvanda manevi kişilik ve bilinç durumu söz konusu değildir. İnsanı insan yapan bu temel manevi yapısı görmezden gelindiğinde veya evrimin doğal sürecinin bir devamı gibi yorumlandığında kaçınılmaz olarak evrim kuramı insana dair teolojik ve felsefi bir tutum içine girmiş oluyor zaten. İnsan da hayvanlar gibi doğanın ve çevrenin yönlendirmesiyle şekillenmiş bir varlık olarak kabul edilmiştir. Bu durumda insanın ne olduğu sorusu karşımıza kaçınılmaz olarak çıkacaktır. Haliyle insan bilinç sahibi olduğu için özgürlük fikrine, sorumluluğa, buluş yapmaya, şiir ve metafor kullanmaya, dil icadına, duygulanmaya … sahiptir. Bütün bunların evrimsel süreç içinde yeri yoktur. Böyle bir insan anlayışı bırakın İslam dini, materyalizm hariç hiçbir felsefi düşünce ile de uyuşmaz. Çünkü tek boyutlu insan anlayışı hatalıdır. İnsan tanımı insanı izah etmeye yeterli değildir evrim kuramının. Bunun için her din mensubu evrim kuramının yaydığı bu inanç sistemine karşı durmaya doğal olarak bir ihtiyaç hisseder.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...