17 Haziran 2021 Perşembe

Taammüden Satanizm

  

Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısrar. O secde etmeyi reddetti. Çünkü insanı anlamadı. İnsanın yüceliğini, mikro kozmik değerini, zübd-e alem oluşunu anlamadı. İnsanı bir çamur ve toprak yığınından ibaret sandı ve inkar etti, küçümsedi, sırt çevirdi. Oysa şeytanın gördüğü insanın bedeniydi, ondaki ruhu görmedi. Ona yüklenen "kelimeleri" ve anlam boyutunu görmedi. Bilen özne oluşunu, bilgelik potansiyelini, hikmetini görmedi. Görünen haline, fenomene aldandı. İnsanı çamurdan ibaret sandı aldandı. Hata yaptı. Hatasında ısrar etti. Ve bugün. Şeytan her yerdedir. Ekonomide, ahlakta, düşüncede, bilimde, hukukta, siyasette her yerde. Şeytan olduğu her yerde insana çamurun uzantısı muamelesi yapar. İnsanın yüceliğini görmezden gelir. Şeytan hata yaptı şeytanı temsil edenler hatasını kasten ve taammüden ve ısrarla sürdürüyorlar. Şeytan ilk hareketi verdi kötülüğe. İnsanı horlamaya. Allah "muharrik-i evvel"dir. Varlığa ilk hareketi verendir. Ol dedi o da oldu. Varlık mümkün iken zorunlu olarak var oldu. Şeytan da kötülüğe ilk işareti verendir. Şeytanın çıkış noktası insanı bedenden ibaret saymasıydı. Materyalistçe baktı. O çamurdandır dedi. Çamuru gördü. Çamurun ardındaki sebebi görmedi. Tıpkı bu gün onu temsil edenler gibi. İnsanın mana dünyasını, ruhunu, aklını biyolojik kımıltıların devamı gibi gören anlayışın yaptığı gibi. İnsan bir "kenz-i mahfi"dir, gizli bir hazinedir. İnsanın "kendi"ni bilmeliyiz, "kenzi"ni keşfetmeliyiz. İnsana dair söz söylenecekse onun çamurdan gelen kısmına değil üflenen ruhundan gelen kısmına dair olmalıdır. Doğan da, yaşayan da ölen de bedendir, ruh değil. Çok insanın bedeni yoktur artık, ama onların ruhlarının bıraktığı izleri hala konuşuyor insanlık. Çünkü, "Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez." Aşk ruhtur, akıldır. Tutkuya yön veren arzu değil, beden değil, ruhtur. Bu gün şeytanın hatasını taammüden tekrar eden satanizmin bütün sözleri insanın bedenine dairdir. Bu anlayıştan çıkan hukukun, sanatın, ahlakın, hasılı insana dair bütün teorilerinin temelinde insanın biyolojik sürecin evrilerek kendini gerçekleştirdiği bir canlı varlık sayan anlayış vardır. Buna göre insanın bir ruhu bedenin ötesinde bir varlık boyutu olduğunu iddia etmek bir saplantıdan veya sömürü amaçlı araçsallaştırmadan başka bir şey değildir. Kentleri inşa ederken insanın estetik ve ahlaki boyutuna yönelik bir ihtiyaç göremeyen anlayıştır bu anlayış.

İnsanın sadece bedensel rahatlığı için ortam hazırlamaya dönüşmüş kent ve şehir anlayışının temelinde insanın yüceliğini, halifeliğini, kendisine yüklenen ruhu ve anlamı göremeyen ve onu çamurdan ibaret sanan şeytanın yanılgısı vardır. İnsanın yüceliğini gören melek ona secde etti. Bugün insanın yüceliğini gören anlayışlar onun horlanmasına, ezilmesine, sömürülmesine, işkence görmesine karşı söylem ve medeniyet geliştirenlerdir. Onun yüceliğini görmeyip salt çamurdan evrilmiş bir canlı olduğunu kabul edenler ise onu sadece bir müşteri, bir emekçi ve yönlendirilmesi gereken bir nesne olarak görür.

12 Ekim 2020 Pazartesi

Türkiye’nin Bir Aile Felsefesi Var mıdır?

 Prof. Dr. Mustafa ÇEVİK

(Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBU) Öğretim Üyesi)

         Aile ve İnsan Doğası Sorunu 

    Eğer bir toplumun, bir medeniyetin aile felsefesi yoksa egemen kültürlerin dayattıklarını anlamak ve uyarlamakla geçirir bütün enerjisini. Bir süre sonra kendisi olmayan bir toplum ortaya çıkar. Genci eski genç olmaz, yaşlısı eski yaşlı olmaz. Öğretmeni, öğrencisi, esnafı kendi kültürüne yabancıdır. Artık böyle bir topuma düşen tek şey geçmişine dönük nostalji ve hayıflanma seramonileridir. 

        Bir ülkenin ve bir medeniyetin aile felsefesi yok ise sağlıklı aile politikaları geliştirmek yerine piyasanın kendisine dayattığı aile anlayışının ideal politika olduğuna inanmaya başlar. Çünkü herhangi bir konuda bir sabiteniz (ilke) yok ise “piyasa”nın önünüze koydukları etrafında dolaşırsınız. İlkenin olmadığı yerde temel ilke piyasa beklentileri olur. Arz talep dengesi belirleyici olur. Burada iki şey ortaya çıkar: metalaşma ve yabancılaşma. Eğer aile felsefeniz ve bir aile anlayışınız yok ise veya var ama yitirmişseniz piyasa sizin aile yapınızı önce yabancılaştırır sonra metalaştırır. 

        Piyasa öyle bir şeydir ki en temel şey olan “değer”leri bile metalaştırır. Paraya dönüştürür. Son birkaç yıldır “değerler eğitimi”ne yönelik üretilen sözde eğitim malzemesi yayıncılık piyasasının en tutulan “meta”ıdır mesela. Aile de böyle bir şeydir. Aile danışmanlığı, aile terapisi ve aile koçluğu gibi tanımlanmamış çok sayıda meslek aile konusunda üretilmiş yanlış politikaların oluşturduğu boşluktan para kazanmayı hedeflemektedir. 

    Şimdi acaba bir aile felsefemiz var mıdır? Var da yitirdik mi? Buna bakalım. Bu soruya cevap vermeden önce “İnsan nedir?” sorusunu, bununla bağlantılı olarak “İnsan Doğası” sorununu ve bununla bağlantılı olarak “ortak insani öz” sorununu anlatmamız gerekir. Ve bu “insan doğası” ön kabulü üzerinden de bir “aile felsefesi”ni irdeleyeceğiz. 

    Hz. Âdem’in yaratılışı. Kutsal kitabımıza göre Hz. Âdem yaratılınca ardından aynı “benlikten” (nefs) bir de Havva’yı yarattı. Allah Âdem ile Havva’nın ayrı olmasını istemedi. Onların bir aile olmasını istedi. Ancak Âdem ile Havva’nın birlikteliğinden yani aile olarak kalmasından rahatsız olan biri vardı. Şeytan. Şeytan onları kandırarak yasaklanan şeyi yapmalarına sebep oldu ve bu onların ayrılıklarına ve dünya sürgününe neden oldu. Denilebilir ki şeytan aileye karşıdır. Veya şöyle: Şeytan insanın bir aile olarak yaşamasını istemedi. 1 i 

       Allah aile kurulmasını ve sürdürülmesini istiyor şeytan ise aileyi ve ailenin sürdürülmesini istemiyor. Ve o gün bugündür insanlar aileye karşı olanlar ve aileye taraftar olanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bugün yeryüzünde ailenin varlığını korumaya çalışanlar ile aileyi yıkmaya çalışanlar olmak üzere iki grup vardır. Aileye gerek yok diyenler “aslında doğal olan serbest üremeydi aile arızi durumdur” demişler ve diyorlar; aileye gerek var diyenler ise “doğal olan aileydi serbest üreme arızi durumdu,” der. Birincisine göre aile bilinci yoktu insan aileyi üretti. İkincisi görüşe göre ise aile vardı insanlar bu değeri kaybetmektedir. Giderek yaşadığının doğru şey olduğuna inanmaya başladı insanlık. 

      İnsanın Adem ve Havva kıssasında olduğu gibi yaratıldığına inanan başta Müslümanlar olmak üzere bütün semavi dinler ailenin “verili insan doğası”nın bir sonucu olduğunu kabul eder. İnsanın özünde kadınlık ve erkeklik olduğu gibi doğal üreme şekli de bu öze dahildir. Bu cinsiyet doğuştan verili bir özdür, toplumun, coğrafyanın ve ekonominin “yapı”sından devşirilmiş değildir. Meşhur Marxist söylem ile, ekonomik “alt yapı” devlet, din, ahlak ve aile gibi “üst yapı”yı üretmiş değildir. Kimi toplumsal cinsiyet (gender) savunucularının ileri sürdüğü gibi cinsiyet değişmekte olan bir süreç değil verili olan doğal bir sabitedir insan için. 

      Her türlü zihinsel bilginin dışarıdan yapılan dayatmaların ürünü olduğunu iddia eden “yapısalcılar”a göre kadınlık ve erkeklik şeklindeki biyolojik yapı doğuştan olsa da onların getirdiği rol dağılımları yapının birer ürünüdür. Ve bu yapı değiştikçe de evlilik, nikah, cinsiyet, cinsiyet kimliğinin sayısı ve yapısı, anne-babalık ve aile şekli de dönüşecektir. Postgenderizm ise biyoteknoloji ve genbiliminin gelişmesiyle birlikte giderek bütün bu tanımlamaların anlamını yitireceğini ileri sürer. Sadece toplumsal cinsiyet değil biyolojik cinsiyetin de giderek grileşeceğini kişinin cinsiyetini belirlemesini bir özgürlük sorunu olarak ele alır. Bu konuda sabit insan doğasını değil de değişken insan doğasını esas alanlar cinsiyet sorununu salt özgürlük bağlamında ele almışlardır. Özgürlüğü tek sınırsız bir değer olarak ele aldığımızda absürd birçok sonuçla karşılaşırız. Bunun tipik örneği 2010 yılında İsviçre Parlamentosu tarafından Yeşiller Partisi temsilcisi Daniel Vischer tarafından aile bireylerinin karşılıklı rızalarının olması durumunda evlenmelerinin önündeki yasağın kaldırılmasını teklif eden yasa önerisiydi. (The Telegraph, Allan Hall, 13.12.2010) 

      Kadim tartışma bugün ve bu konuda da sürmektedir. Neydi kadim tartışma? Bir taraftan “her şey değişiyor, değişmeyen tek şey değişmedir” diyen görüş, öbür taraftan “beden değişse de esas olan ruhtur, ruh değişmez” diyen görüş. Bu iki farklı anlayışın insan ontolojisine uyarlanışı ise şöyle: Birinci görüşe göre insan bedenden ibarettir. Beden değişince her şey değişir. İkinci görüş ise insan beden artı ruhtan ibarettir. Beden değişse de ruh kalıcıdır. 

      Benzer şekilde genetik ve biy-teknoloji değişse de insanın ortak özü dediğimiz ruh değişmeyeceği için aile tanımlaması ve aile anlayışı da korunabilir. Elbette ruhun istikametini yitirmemesi için insanların eğitilmesi gerekir. Devletin varlık nedeni doğadaki dengeyi korumaktır. Hem insan doğası hem de çevresel doğanın dengesi. Mutedil olanı, adil olanı seçmek ve korumaktır esas görev. 


    Aile ve “Ortak İnsani Öz” Sorunu 

    Yapısalcıların ve ekofeministlerin doğacı anlayışlarından farklı olarak biyolojinin ötesinde bir “insanlık,” bir “kadınlık” ve “erkeklik” özü var mıdır? Bu sorunun gözden kaçırılmaması gerekir. Sadece biyolojik öz vardır bilişsel ve zihinsel bir öz yoktur denilince aslında bir “insan” özünün de varlığı inkar edilmiş olur. Ne demek “bir öz sahibi olmak”? 

      Doğuştan bir “ortak öz”e sahibi olmak demek insanı diğer varlıklardan ayıran biyolojinin ötesinde bir “aşkın öz” (müteal, transandantal) yani manevi, kimliksel ve ruhsal bir öz var demektir. İnsanı insan yapan şey zaten bu özdür. Yoksa insanların biyolojik yapıları aynıdır. Genleri farklıdır sadece. Ama o genetik farklılık biyolojik farklılığı ortaya koyar. İnsanların birbirini anlamasını sağlayan şey biyoloji değil onun ruhudur. Bu ruha ne dersek diyelim, İngilizce konuşulan dünyada bu ”mind” denilen şeyi ve onun bedenle olan ilişkisini, “mind” yani ruh, zihin veya manevi kişilik yoktur diyerek sorunu çözemezsiniz. İnsandaki bu öz, her ne ise, insanı insan yapan şeydir. Öyle ki bu özü taşımayan bir insanın, kişi hakları da verilmez. Mesela akli dengesi bozulmuş birinin evlilik, ehliyet alma, oy kullanma, menkul ve gayrimenkul alma gibi hakları yok kabul edilir. Çünkü insanın “kişi” olması için o “ruh” diyebileceğimiz şeyin, pekâlâ “akıl” da diyebilirsiniz, var olması gerekir. Onun için ateist varoluşçuların ileri sürdüğü gibi “Varlık özden önce” değil, “Öz varlıktan önce” gelir. 

        Peki insan için doğuştan bu “öz” kabul edilmez ise ne olur, kabul edilirse ne olur? Önce kabul edilmemesinin nasıl bir anlam ve sonuç doğuracağına bakalım. Şöyle ki: İnsanın doğuştan bir ortak “insani öz”e sahip olmadığını söylediğimizde insanın evrilerek diğer canlılardan koptuğunu ve kopuş sonrası yeni bir tür olarak, doğal çevrenin şartlarına adapte olmak için, varlığını şekillendirdiğini kabul etmemiz gerekir. Ve bunun ardından insanın bugün böyle bir yapıya yarın da başka türlü bir yapıya sahip olduğunu peşinen kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü bir “insan doğası” veya “insan özü” şeklinde bir sabiteye inanmıyor olmak bu değişime ve bu değişimle birlikte yeni “insanlık” durumları, yeni ahlak, yeni hukuk, yeni devlet ve yeni eğitim anlayışına sahip olmak demektir. Bunun için de örneğin bu gün adil veya haksızlık olarak kabul edilen şeyin dün veya gelecekte pekala öyle kabul edilmeyebileceğini de kabul etmektir. Ve tabi ki bu kabul edildiğinde zorunlu olarak bu gün sizin adil veya gayri adil bulduğunuz şeyin “size göre” adil veya gayri adil olduğu gerekçesiyle reddedilebileceğini kabul etmiş olursunuz. Bu durumda ise yeryüzünde herkesin kabul ettiği bir haksız durumdan veya uygulamadan söz edemeyiz. Çünkü evrensel bir hakikat, evrensel bir hukuk, evrensel bir insan anlayışına sahip değiliz. Değişken bir insan yapısı, sürekli evrilmekte ve dönüşmekte olan bir insan doğası üzerinden sabit bir adalet, zulüm, doğru, yanlış, hak ve hakikat tanımlaması yapılamaz. 

        Benzer şekilde “aile”nin insan doğası ile ilişkili verili bir öz olduğunun rasyonel izahını yapan bir aile felsefeniz yok ise ailenin insanlık tarihinde, aşk, dindarlık ve sevgi sonucu değil de, kadının köleleştirilmesi gibi bir takım kötü niyetlerle üretilmiş bir arızi kurum olduğunu ileri süren anlayışa teslim olursunuz. Ailenin insanlık tarihi için bir “arızi” durum olduğunu söylemek ailenin şeklinin, yapısının, anlamının, amacının değişebileceğine razı olmak demektir. Daha açık bir ifade ile. Mesela evlenilebilecek kişilerin yakınlığı, cinsiyeti, evliliğin doğurduğu yükümlülükleri gibi kuralların aile için şart olmadığını kabul etmiş olursunuz. Bir “aile öz”ünün olduğunu inkâr etmek veya inkârına razı olmak ailenin herhangi bir kuralının olmadığını kabul etmekle eş değer sayılır. Çünkü örneğin “şu kişilerle evlenemezsin evlendiğinde bir aile kurmuş olmazsınız,” diyebilmeniz için bir aile tanımınızın ve aile çerçevenizin olması gerekir. Eğer aile için çizilmiş bir çerçeve kurallar sisteminiz yok ise hem aile kurma şartınız olamaz hem de aile olduktan sonra bağlayıcı kurallardan söz edemezsiniz. Bu da aslında fiili olarak aile kurumunun ortadan kaldırılması anlamına gelir. 

    Sınırları tanımlanmamış bir aile “öz”ünü kaybetmiş olur. Öyle bir kültürde artık ya ailenin anlamı kalmaz ya da her türlü sıradışı ilişkiye aile denmeye başlar. 

    Elbette bilimsel gelişmeler, iletişim ve ulaşım teknolojisinin getirdiği imkânlar nedeniyle her aile kuran kişilerin fiziksel olarak her an bir arada bulunmaları zor olabilir. Burada esas önemli nokta sahip olunan aile anlayışının meşruiyetinin dayandığı referanslardır. Ailenin kökenine dair tartışma ailenin insan doğasında (erkek, kadın ve çocuk) verili bir yapı mı yoksa sonradan üretilmiş uydurulmuş bir yapı mı olduğu tartışmasını beraberinde getirir. Eğer aile verili bir yapıdır diyorsanız ailenin Hz. Adem ve Havva’dan geldiğini kabul edersiniz. Ama eğer aile üretilmiş bir yapıdır diyorsanız ailenin daha sonra emperyal amaçlarla emek sömürüsü için üretilmiş bir tür “enstrüman” olduğunu kabul edersiniz. 



Ailenin Meşruiyet Kaynağı “Ortak İnsani Öz” 


    İnsanın verili bir “ortak öz”ünü veya “insan doğası”nı kabul etmek ne anlama gelir? Ve bunun aile felsefesi açısından anlamı nedir? 

    Özcülük ve yaratılış arasındaki ilişki yaratmanın doğasında olan bir şeydir. Şöyle ki: Yaratma var ise amaçlılık vardır. Amaca uygunluk eylemin sınırlılığını belirler. Bu ilkeli hayat denilen ahlaktır. Ahlak eğer yapının ürünü kabul edilir ise çevreye bağımlı ve göreli demektir. O zaman ahlakın değişkenliği savunulabilir. Ama eğer ahlak icad değil de verili olanın keşfi ise onun da yaratılmış insan doğasındaki öz ile ilişkisi var demektir ve verili olan evrensel olur. Çünkü insana ve tarihe göre değişmez. 

    Ahlakın evrenselliği ile “insanlık özü” birbirinden bağımsız değildir. Kadınlık ve erkeklik cinsiyet özü de “insan özü”nden bağımsız değildir. Ancak kadın ve erkek öz farkı hukuk önünde bir ayrımın temelini oluşturamaz. Çünkü adalet de bir ahlak ilkesi olarak insan özünde vardır. Ortak öz ortak hukuki muamele ister. 

        Özcü yaklaşım insanın yaratılmışlığını beraberinde getirir. Biyolojinin ötesinde bir ortak özden bahsedebiliyor isek bunun amaçlı olarak verilmiş olması gerekir. Çünkü biyolojinin ötesindeki bir anlam dünyası biyolojinin evrilme kurallarıyla izah edilemez. İzah etmeye kalkışanların buldukları en özgün teori “alt yapı-üst yapı” ilişkisi teorisi ve onun farklı alanlardaki türevleridir. 

        Aile yapının ürünü kabul edilir ise biyolojik cinsiyet eşitliği dahil her türlü değişim ve dönüşüm normal kabul edilmiş olur. Ama eğer aile anlayışı özcü ise değişim beklentisi veya müdahalesi çevrenin baskısıyla değişimden çok adalet ve haklar konusuyla sınırlı kabul edilir. Esasen insanın özgürlük alanı da kendi doğasını dönüştürmeye yeterli değildir. Bütün insanların aklını kullanması, dil iletişimi kullanması, üzüntüleri, mutlulukları, umutları vs. her konuda benzer düşünüyor olması alışkanlık değil “ortak öz” dediğimiz şeyin bağlayıcılığı ile ilgilidir. Dolayısıyla varoluşçu düşüncede dile getirildiği gibi insan dünyaya geldikten sonra özünü oluşturuyor değildir. Öyle olsaydı bu kadar farklı coğrafyalarda yaşayan insanların benzer bir formata sahip olması mümkün olamazdı. Eğer verili “ortak öz”den söz ediyorsak bütün insanların benzer şekilde düşünmesi, davranması ve inanmasından yola çıkarak bunu anlayabildiğimiz için. İnsan yapının eseri diye kabul edilirse kadınlık ve erkeklik kimliği de ve dolayısıyla aile de yapının eseri olmuş olur. Eğer insan konusunda özcü isek kadın ve erkek konusunda da ve dolayısıyla aile yapısı konusunda da bir özcü anlayış ortaya koymak gerekir. Özcü olduğumuzda insanın ve ailenin özü korunması gerekir. Yapısalcı olduğumuzda ise insanın ve kadın-erkek kimliğinin sürekli olarak duruma ve yapıya göre değişmesinin mümkün ve normal olabileceğine inanmak gerekecektir. Onun için sahip olduğumuz “insan doğası” veya genel olarak insan anlayışımızın bizim aile anlayışımızı ve aile felsefemizi de temellendirdiğini unutmamak gerekir. 


        Başta Müslümanlar olmak üzere bütün semavi din geleneklerinde aile korunması gereken mukaddes bir kurum olarak kabul edilir. Ve ailenin kurulmasının engelleyici ve ifsad edici yapıların ve kuramların her türlüsü ve ailenin dağılmasına yol açan her türlü duygu, tutku, hırs, anlayış ve düşünce “şeytani,” ailenin kurulması ve korunmasına yol açan her türlü eylem ve anlayış da rahmanidir bu geleneğe göre. 


    Bugün bütün dünyada ailenin insan için, insanlık için gerekli olduğunu kabul eden bir muhafazakar duruş vardır. Ancak aile karşıtı ideolojilerin kapitalizm ile oluşturduğu paralel eylem ve iş birliği ailenin muhafaza edilmesini zorlaştırmaktadır. Öyle ki sabit, tanımlanmış doğal aile kurumunun gerekliliğini savunmak bile kolay görünmüyor. 

    Oysa her canlı gibi insan yavrusu da olgunlaşana kadar onu dünyaya getiren veya ona duygusal bir bağ ile bağlanacak koruyucu veya evlat edinen ebeveyn tarafından korunmalıdır. İnsan yavrusu için doğal ortam “ana kucağı” dediğimiz bu ortamdır. Elbette istisnai durumları hariç tutuyoruz. Mazeret durumu için her konuda ve her zaman ayrı ve geçici yaklaşım olmak zorundadır.

8 Ekim 2020 Perşembe

MÜLAKATIN NAMUSU-İyi ve Verimli Bir Mülakat Nasıl Yapılır?

 

Prof. Dr. Mustafa Çevik

Mülakatın “namus”u mülakatçıyı bağlar. “Namus” kelimesi hem Hint-Avrupa hem de Semitik dillerde “yasa”, “kanun” gibi anlamlara gelmektedir. Bu yasa insanın içindedir. Tanrısal olarak verilidir. Bu “veri”yi görmeyen yok, görüp inkâr eden vardır.

Bütün iyi hukuk metinleri insanın vicdanındaki “nomos”tan ilhamla yapılmıştr. Bütün kötü metinler de "nomos" görmezlikten gelerek yapılmıştır. Bunun için biz de “mülakatın namusu” başlığını kullandık. Mülakatın “nomos”unu ancak mülakatı yapan kişi koruyabilir.

Günümüz kamu ve özel sektör iş başvurularının çoğunda mülakat yapılmaktadır. Bütün dünyada var olan mülakat çoğu zaman bizim kültürümüzde “torpil” anlamında kullanılıyor. Bunun birçok kültürel, siyasal ve hukuksal nedenleri olduğunu bilmeyen yok.

Sağlıklı ve güvenilir bir mülakat nasıl yapılır? Bu konudaki düşüncelerimi sizlere sunmak istedim. Aslında dünyanın her yerinde mülakat yapılır ve her yerde mülakatın “topril” ile eş anlamlı bir algısı olduğunu söyleyemeyiz.

Dünyanın birçok büyük şirketi ve prestijli üniversitesi öğrenci alımında, öğrenci ve öğretim elemanı alımında mülakat sistemini etkin şekilde kullanmaktadır.

Mülakata kalite ve güven katan esaslı şey mülakatı yapan kişinin hak, hukuk ve ahlak anlayışıdır. Mülakatı güvenilir kılan budur kuşkusuz. Bu bilinen bir durumdur. Peki, iyi niyetli ve adil bir mülakat nasıl yapılır? Yani adil ve ahlaklı olmak isteyenler neye dikkat etmelidir mülakatta?

Kendimce iyi bir mülakat yapmanın ahlaki ve etik bazı stratejilerini yazmayı deneyeceğim:

1-Mülakat kelimesinin liyakat ve layık olanı seçme anlamında olduğunu unutmayalım. O zaman mülakatı yapan kişi talep edilen işe en uygun kişiyi seçmeye çalıştığını unutmamalıdır.

2-Adayların giyimi, şivesi, etnik kökeni, mezhebi, nereli olduğu, inancı ve dünya görüşü ile ilgilenilmemeli.

3-Sorular standart olmalıdır. Yani birinci ve ikinci adaya sorulan soru aynı olmalıdır. Aksi durumda iki adaya sorduğunuz farklı soruların farklı yanıtları olacak ve bu yanıtların eş değer olup olmadığını ölçme imkânımız olmayacaktır.

4-Sorular ve yanıtlar not edilmesi lazım. Değerlendirme yapılırken unutulan her yanıt o aday için dezavantaj olur.

5-Adayın zihinsel kapasitesini ve konuya dair bilgi birikimini ölçen sorular kısa yanıtlı sorular olmalıdır.

6-Daha çok adayın konuşmasına fırsat verilmeli. Görüşmeyi yapan yönetici veya akademisyen konferans vermeye kalkışmamalı. Bu durumda aday kendini doğru yanıt verdiği hissine kapılabilir.

7-Adaya özel yaşamına ait (medeni durum, inancı, ırkı vs) sorular sormaktan mümkün olduğunca kaçınılması gerekir. Aday kazanmadığı zaman sonucu bu sorulara bağlayabilir.

8-Adayın kötü hissetmesini sağlayacak söz, tutum, ses tonu, dinlememek gibi durumlara yer vermemek gerekir.

9-Adaylara kolay, herkesin bileceği sorular sormaktan kaçınılmalıdır. Mülakatın alanının dışında sorular sorulmamalıdır. Bu tür sorular adayın mülakatın ciddiyetsizliğine dair kanaat edinmesine yol açacaktır.

10-Talip olunan işin mahiyeti ile uyumlu zorlukta ve ciddiyette sorular sorulmalı adayın bilmesi durumunda “doğru”, bilmemesi durumunda ise yanıtlar orada söylenmelidir kısaca.

11-Bir mülakatta işin özelliğine göre ucu açık sorular olabilir. Burada amaç adayın alandaki bir soruyu ele alış biçimi, karar verme, problem çözme ve var olan problemleri görme beceresi ölçme amacı vardır.

12-Ucu açık sorulardan neyin amaçlandığı ve adayın bu soruda amaçlanan başarısının oranı kendisine mülakatta izah edilmelidir.

13-Örneğin Oxford Üniversitesinde psikoloji öğrencilerine “İnsan için normal nedir?” diye soruluyor. Burada bilgi değil fikir geliştirme ve var olan fikirlere eleştirel bakma becerisini ölçme amacı güdülür.

 

Unutmayın güvenilir bir mülakat kurumunuzun onurudur. 

15 Temmuz 2020 Çarşamba

YAŞLILIĞA ÖZENMEK ÜZERİNE BİR PRELÜD


Mustafa Çevik

“Yaşlılık da özenilecek bir şey midir?” demeyin hemen. Bunun bir ironi olduğunu düşünüp yazıyı okumamazlık edebilirsiniz.

Ama eğer yaşarsak hepimiz/hepiniz yaşlanacağız.

Dikkat edin “yaşarsak” dedim. Yani yaşama ihtimalimiz en iyi ihtimalle yüzde ellidir. Yani yaşamaya da biliriz.

Garantisi yok bir yılın, bir ayın hatta bir nefesin.

Biraz sonra pat diye ölüp gitmeyeceğimizin hiç garantisi yok. Bunu hepimiz biliriz.

Ölme yaşı istatistiklerinde gençken ölenlerin oranı hiç de düşük olmamasına rağmen ölümü bir tek yaşlılara yakıştırıyoruz.

Bununla ilgili bir anımı anlatmak istiyorum.

Bir gün spor salonunda egzersiz yaparken benden yaklaşık on yaş daha genç olan biriyle aramızda bir diyalog geçti.

Diyalog bir süre sonra şöyle oldu:

Adam bana: “Ama sen de benim yaşımda olmak için neler vermezdin, değil mi?” dedi.

Ben: “Yoo, neden ki? Sen kaç yaşındasın?” dedim.

Adam yaşını söyleyince on bir yaş benden küçük olduğunu anladım.

Ona şöyle dedim: “Sen 34 yaşındasın ben 45 yaşındayım. Peki acaba sen 45'i görecek misin?” dedim.

Adam: “Bilemeyiz” deyince, ben de: “Yani biraz sonra da ölebilirsin, değil mi?” dedim.

Adam: “Evet” deyince, ben: “Ama ben yaşamışım o yaşı. Yani garanti etmişim. Peki sen eğer ölecek isen on yılı garantilemek için neler verirdin?” dedim.

Adam: “Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim,” dedi.

Yani varsayalım ki 20 yaşı ile 90 yaşlarında iki insanı karşılaştırıyoruz. Hangisi özenilecek bir şeydir?

Elbette 90 yaş.  Çünkü birisi yaşanmış gerçeklik öteki yaşama ihtimalidir.

Burada birileri diyebilir ki kaç yıl yaşadığın değil nasıl yaşadığın önemlidir. Elbette öyle. Ama bu 20 yaşındaki kişi için de geçerlidir.

Geçmiş bir ömür yaşanmış bir ömürdür. Gençlik yaşama ihtimali olan bir durumdur.

Yaşadığın sürece varsın. Öldükten sonra bir hatırasın. Ama seni tanıyanlar için. Sadece hatıralarda varsın. Seni tanıyan son kişi de öldüğünde sen tamamen ölmüş sayılırsın. Onun için öldükten sonra seni insanlar ansın istiyorsan uzun süre kalıcı bir iyi şey bırakman lazım.

Ama yine de sonsuza dek kalıcı bir hatıra mümkün değildir. Herkesin bedeni yok olacaktır. Ama bıraktığı “benlik” ve “hatıra” da daha sonra yok olacaktır. “Her şey yok olacaktır O hariç.”

11 Mayıs 2018 Cuma

Korku Endüstrisi ve Korkunun Ontolojisi, Mustafa Çevik

KORKU ENDÜSTRİSİ VE KORKUNUN ONTOLOJİSİ

Prof. Dr. Mustafa Çevik / Ankara Sosyal Bilimler ÜniversitesiPazar, 14 May 2017 01:52 (Diyanet Dergi)
Korkunun temelinde bilgi mi yatar cehalet mi? Başka bir deyişle, insan bildikçe korkusu artar mı azalır mı? Korkunun bir gerçekliği var mıdır? Veya neden korkarız? Bu yazının seyrini bu soruların çerçevesi belirleyecektir.
İnsanın yaşamını yöneten korkularıdır. Hayvanda da temel güdü yaşamını sürdürmesine mani olacak durumlara karşı kendini korumaktır. Tedbir alır, planlar ve uygular. Bütün canlılarda karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı hissettikleri korku onların yaşamını şekillendirir. Kimi kuşların yuvasını sarp kayalıklara veya ağaçların tepesine yapması gibi.
Canlılar içinde korkusu en fazla olan, dolayısıyla korkuyu hayatına en çok yansıtan insandır. İnsanın korkuları bilgisi ve zekâsı oranında gelişmiştir. Bilgisi arttıkça ve zekâsını geliştirdikçe karşılaşabileceği riskleri ve tehlikeleri de o oranda karmaşık hayal eder ve tedbirlerini de o oranda karmaşık ve sağlam olur.
Yakalanabileceği hastalıklar hakkında bilgisi arttıkça insan daha korunaklı ve daha hijyenik bir yaşama kendini hapseder. Gözle görünmeyen ve ilk bakışta öngörülemeyen riskler bilimsel gelişmeler ile birlikte görünür oldukça eskiden gerek görülmeyen ekstra güvenlik ve hijyen tedbirleri almaya başladı insan.
İletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesiyle birlikte yaşam şekli karmaşıklaştıkça, hem bireyler hem de devletler kendi varlığına karşı potansiyel tehlikelerin çoğaldığını fark ettiler. Bu durum insanın bilimsel ve teknolojik gelişme ile tehlikelere ve korkulara karşı tedbir alma imkânı sağlamış gibi görünüyor olsa da aslında aynı gelişmelerin yeni tehlikeleri ve korkuları da beraberinde getirdiği hatta icat ettiği de söylenebilir. Nitekim karşılaşılan birçok tehlike aslında insanın kendi yaptığının sonucudur. Üstelik bu sadece bilim ve teknoloji üretmekle de ilgili değildir. Yaptığımız her şey aynı zamanda bir tehlike getirir beraberinde. Taşınmak, ticaret, yolculuk, araba kullanmak, yatırım yapmak, hatta yaşamanın kendisi de sadece yaşadığımız için tehlikeler ve riskler barındırır. Var olmak, dünyaya adım atmış olmak, başlı başına devasa bir riski, her an yok olma riskini içinde barındıran bir olaydır.
Öyle ise korku ve onun temelinde yer alan tehlike yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır denilebilir. Tehlikeyi ve riski bildikçe korkarsınız. Onun için, “Kulları içinden ancak bilenler Allah’tan korkarlar.” buyrulmaktadır ayet-i kerimede. (Fatır, 39/28.) Bu kural, yani bilme ile korku arasındaki doğru orantı, sadece Allah korkusu için değil aslında genel durum için de geçerli bir kuraldır. Çünkü her zaman bilen, bilmeyenden; zeki, zeki olmayandan; gören, görmeyenden ve duyan, duymayandan daha çok korkar.
Mesela bir bebek, yanına gelen bir yılanın zehrinin oluşturduğu tehlikeyi bilmediği için rahatlıkla yılanı tutar ve hatta ağzına götürebilir. Bebeğe bunu yaptıran onun “konu” hakkındaki bilgisizliğidir. Hayvanların durumu da böyledir. Hayvanlar “kendilerine öğretilenin dışındakileri bilmedikleri için” bazen büyük tehlikelere korkusuzca atlayabilirler. Cahil insanın durumu da böyledir. Bilmediği bir duruma karşı risk hesaplaması yapamaz ve kendini cehaletin verdiği rahatlıkla riskli ortamın akışına bırakabilir. İslami anlamda “cehalet” de, yani yaratıcıyı inkâr eden kişiler, öte dünyada karşılaşabileceği tehlikenin riskini “bilmediği” için inkâr ve zulümde ısrar etmeye devam ederler.
Burada insan “aklını kullanınca” yukarıda söz edilen, çocuğun, hayvanın, cahilin vs. durumuna düşmeden var olan risk alanı hakkında bilgi sahibi olmazsa bile bir oranda ihtimal hesaplaması yapar. Tedbirini ona göre alır. Onun için zeki insanlar daha tedbirli yaşarlar. İman etmek de böyle bir şeydir. Aslında risk hesaplamasıdır. Elbette iman sadece korku üzerine inşa edilemez. Ama “korku ve ümit” arasında kalmanın korku payı böyle anlaşılmalıdır. Bu bağlamda daha önce “Hangisi Daha Zeki, Ateist mi İnanan mı?” başlığıyla bir yazı yazmıştık. Orda Hz. Ali’ye mal edilen “tedbir” amaçlı iman kıssası ve ona benzeyen Pascal’ın “Kumar Teorisi” yaklaşımını iman, bilgi ve korku ilişkisi bağlamında yorumladık. İnanmak elbette ilahî sevgiye dayalı olmalı öncelikle. Ama bir miktar da olasılık hesabı yapmaktır. Yaratıcıyı inkâr “ya varsa” ihtimalini görmezden gelmektir. Zekice olan riski görmek, ürkmek, korkmaktır. Ateistin “belirsiz ve bilinmez” kabul ettiği alan için tedbir almaması zekice değildir, rasyonel değildir.
Üretilmiş korkular
Korkular insan zihninin zihin dışındaki dünyaya yüklediği anlam ile ilgilidir. Zihin dışı derken fizik ve metafizik evrenin tamamı anlaşılmalıdır. Korkuya neden olan şey bazen yanı başımızdaki fiziksel bir nesne olabileceği gibi bazen de duyumlanamayan mana dünyasına ait varlıklar da olabilir. Bazen de insanın kendisinin uydurduğu hayali veya mitolojik varlıklar olabilir. Ama genel anlamda korkuların sübjektif yani zihnimizden dışarıya yüklediğimiz anlam ile oluştuğunu söylememiz mümkündür. Onun için çok ayrıntı düşünen, çok ince hesap yapan ve çok geniş olasılıkları hayal edenlerin çok daha fazla korkuları olur.
Genel bir kural olarak denilebilir ki bütün korkular zihnimizin ürünüdür. Panik veya “panik atak” denilen anksiyete bozukluğu çevreye karşı duyulan korkuya dayalıdır. Plan yapma, mantıklı davranma ve düşünme yetilerini yitirmek ve ölüm korkusu gibi belirtiler yaşatan (Dr. Ebru Yurdagül Altıntaş, “Panik Bozuklukta Yaşam Kalitesi: 3 Aylık İzleme Raporu,” (Yayınlanmamış Tez), Çukurova Üniv. Tıp Fakültesi, Adana 2006.) bu davranış bozukluğunun ismi de Yunan mitolojisinin yarı insan yarı hayvan olan Pan tanrısından alır. Pan aslında çoğu zaman neşelidir, pan flüt çalarak kırlarda gezinir ama zaman zaman insanları korkutmak için gürültü çıkarır. İşte aniden ortaya çıkan ve sebebi anlaşılmayan korkuların nedeninin bu gürültü olduğu düşünülmüştür Yunan mitolojisinde. (Gürel ve Muter, “Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin Kullanılması,” Sosyal Bilimler dergisi 2001/1.) Benzer şekilde aniden ortaya çıkan korku durumlarından kaynaklı davranış bozukluğunun “panik atak” olarak isimlendirmesi de buradan gelmektedir.
Korkuyu hissettiren kaygıdır. Bizim kültürümüzde “Deliye her gün bayram” ifadesiyle anlatılmak istenen kaygı yokluğudur. Delilerin ve çocukların nispeten daha mutlu olmalarının nedeni budur. Monteigne bu kaygı durumunu şöyle anlatır: “Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden, uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Oysa fakirler, haydutlar, köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha yanılmaz bir beladır.” (Monteigne,”Denemeler,” (Çev. S. Eyuboğlu) Cem Yayınevi, İstanbul 1989, s. 179.)
Toplum mühendisleri kaygı hâlinin gücünü bildikleri için sürekli olarak toplumda bir güvenlik ve gelecek kaygısı hissi üretirler. Bununla kalabalıklara, normal şartlar altında kabul etmeyecekleri şeyleri kabul ettirmiş olurlar.
Çoğu zaman siyasal, ekonomik ve ideolojik sömürüye açık hale getirmek için küresel güçler böyle korkular yayarlar. Terör, savaş, dış düşman, iç düşman, ulusal güvenlik gibi korkular çoğu zaman üretilir ve bunun üzerinden küresel sermayenin düzeni sağlamlaştırılmış olur.
Modern zamanlarda kentli insan için üretilmiş en sistematik korku ise kabul görmeme, başarısızlık ve yok sayılma korkularıdır. Eğitim ve propaganda yoluyla bir standart oluşturulur ve birey bu standarda uygun olmak için sürekli çabalamak zorunda kalır. Üretilmiş korkuların içinde en sistematik ve planlanmış olanı insanın yeterliliğini kurumsal ve toplumsal onaya bağlamaktır. “Onayın standartlaştırılması” ile insan sürekli olarak kendini birilerine beğendirmek için uğraşır olmuştur. Beğendirdikten sonra da kişi “beğeninin sürekliliği” için uğraşmak zorundadır. Kaygıya dayalı olarak elde edilmeye çalışılan bu tür mutluluğu Güvercin Mutluluğu diye tanımlamıştık.
Bu durum aslında korkunun bir tür ticari metaa dönüştürülmesidir. Korku her daim sizi yönetir. Standartlaştırılmış onaya itiraz etmek cesaret ister. Üretilmiş korkuların esaretinden kurtulmak için çok güçlü bir kişiliğe sahip olmak gerekir. Kurumsal ve toplumsal beğeni standardını önemsemeden yaşamak birçok alanda yetersiz olmayı, başarısız kabul edilmeyi ve yenilgiyi kabul etmiş olmak gerekir. Varoluş mücadelesinde yöntemi reddetmektir. Bunu yapabildikten sonra ancak bu “üretilmiş korkuyu” yenebilir bir kişi.
Toplumları kontrol altına almanın tek yolu elbette sistematik korku üretmek değildir. Etik ile yani “maruf”a dönüşmüş evrensel örf ile de yönetmek mümkündür. Ancak bu uzun süreli bir planlama ile mümkündür. Halkı topyekûn ahlaklı davranmaya alıştırmak zor olduğu için birey devlet ilişkisi daha sığ bir yöntem olan üretilmiş korkular ile yönetmeye başvurulur. Birey Allah ilişkisinde iman ve amel ilişkisi de korku yerine ahlak ilişkisi ile düzenlenebilir elbette. Ama benzer zahmet ve süre burada da söz konusu olduğu için kâmil iman sahibi olmayanlar ancak ayette buyurulduğu gibi teslim olurlar. Veya başka bir deyişle ancak Müslüman olurlar. Çünkü iman onların kalbine inmemiştir. (Hucurat, 49/14.) Ama imanın temeli korku değil etiktir.

3 Mart 2018 Cumartesi

İlk Tarih Felsefecisi Samsatlı Lucianus'un (Lukianus) Tarih Felsefesi-Tarihçilikte Ahlaka İlk Çağrı (First Philosopher of History Lucian Of Samosata's Philosophy of History-1st Calling to Ethics for Historians)

Samsatlı Lukianus’un Tarih Felsefesi Tarihçilikte Ahlaka İlk Çağrı

Miladi 120 ile 190 yılları arasında yaşamış olan Lucianus bir çok ilke sahiptir. İlk bilim kurgusal öykü yazarı, ilk yıldızlar arası savaş kuğusu yapmış, ilk tarih felsefesi ve metodolojisi yazmış, ilk defa Hıristiyanları İsa’yı tanrılaştırmakla suçlamış bir yazardır. Batı dü-şünce tarihinde çok etkili olmuş bir yazardır. Lucianus,en ciddi eserlerini bile ironi diliyle yazar. İroni Lucianus için bir yazma değil yaşam tarzıdır. “Savaş bütün kötülüklerin anasıdır” sözünü aktara-rak Ermenileri savaşta yenen halkının zafer sarhoşluğuyla herkesin tarihçi olduğunu söyleyerek, savaşın asıl kötü sonuçlarına işaret eder. (Lucianus, s. 172) Ona göre bu kadar kötü yazarın çıkması sa-vaşın kötülüğünün kanıtıdır. Bu ironik yaklaşımını ateşli hastalık sonucunda beyni olumsuz etkilenen ve sağlığını kaybedip trajedi oynamaya başlayan ortalıkta şarkı söyleyip gezen Abdera halkının durumuyla sürdürür. Ona göre Abdera’da bir hafta içinde bir çok tra-jedi sanatçısı türedi ama kafayı yedikleri için. (Lucianus, s. 171) An-cak arada ki fark şu: Abderalılar deliliklerinden trajedi yapıyorlardı bizim yazarlarımız akıllılıklarından her biri kendini birer Thukydi-des, birer Herodotos ve birer Xenophon sanmaya başlamışlar. (Luci-anus, s. 172) Lucianus Tarih Nasıl Yazılmalı isimli kitabın tarih ya-zan bu çılgınlara bir nasihat ve birkaç kural hatırlatması kabilinde olduğunu söylerken oldukça mütevazidir. (Lucianus, s. 173) Lucia-nus tarih yazanların çoğunlukla aklına estiği gibi yöntemsiz ve ku-ralsız yazdıklarını söyler, oysa tarih yazmak bu işi ciddiye alan için yazım çeşidinin en zor şekli olduğunu ileri sürer. (Lucianus, s. 173) Andromedia trajedisi diye isimlendirdiği bu çılgınlık halini benim-semiş tarihçilere hiç değilse bundan sonra çıkacak olan savaşları doğru yazmalarını öğütler.
Tarihçi Ahlaklı Olmalıdır: Kötü Tarihçilerin Kusurları Üzerine
Lucianus’a göre bir çok tarihçide bulunan ortak kusur, yönetici-leri, liderleri ve komutanları övmektir. Mensup olduğu ulusu ve li-derlerini göklere çıkarırken ötekileri aşırı şekilde kötüler yerin di-bine batırırlar kötü tarihçiler. (Lucianus, s. 175) Lucianus bu tarz tarih yazıcılığını “övgücü tarihçilik” olarak niteler ve övgü ile tarih-çiliğin tamamen birbirine ters olduğunu söyler. Çünkü övgücülükte amaç övdüğü kişiyi veya kişileri memnun etmek onların sempatisi-ni kazanmaktır. Bunun için yalan söylese de olur. Ama tarih tıpkı nefes borusu gibidir. Nasıl ki nefes borusu bir tek damla su kaldı-ramazsa tarih de bir tek yalanı kaldıramaz. O yüzden bu tür tarihçi-lerin hatırlamaları gereken bir kural vardır. Onlara şiirin, destanın amacı ve kurallarının tarihinkinden ayrı olduklarını hatırlatmak ge-rekir. Aksi durumda övgücülüğü yöntem olarak benimsemiş tarihin şiirden farkı olmaz. (Lucianus, s. 176) Şiirde aranacak erdemlerle tarihte aranacak olanları birbirinden ayırmamak, şiirin temeli sayı-lan masalın, övgünün abartmalarını tarihe sokmağa kalkmak büyük bir kusurdur. (Lucianus, s. 176) Bu tarihi metin ile edebi metin far-kını ortadan kaldırmaktır. Lucianus tarihi şiir gibi övgü ile yazmayı çınar gibi gürbüz, etleri sert bir güreşçiyi bir yosmanın al giysileriy-le donatıp yüzüne makyaj yapmaya benzetir. Böyle yaptığınız zaman güreşçinin onuru nasıl beş paralık olursa tarihi şiir tarzında yazdı-ğınız zaman tarihi hafifletmiş olursunuz. (Lucianus, s. 177)
Edebi metin yöntemini yani şiirsel övgüyü tarihe sokma gerek-çesini iki nedene bağlar Lucianus. Birincisi metni eğlendirici kıl-mak, ikincisi de metni öğretici yaptığına inanmaktır. Bu iki yöntem de tarih yazarının hakikatten kaçınılmaz olarak uzaklaştırır. (Lucia-nus, s. 177)
Tarih’in amacı Lucianus’a göre faydadır. Fayda da hakikattedir. Tabi övgü ve şiirsellik kendiliğinden faydayı ve hakikati içeriyorsa o ayrı bir güzelliktir. Tıpkı güreşçinin gücüne ve gürbüzlüğüne gü-zelliğin katılması gibi. Bu güreşçinin gücünden bir şey götürmez el-bette. (Lucianus, s. 176)
Tarihçi tarih yazarken övgüden kaçmalı ve okuyucuyu düşüne-rek yazmalıdır. Okuyucunun bir yargıç gibi hatta bir savcı gibi din-leyen, hiçbir sözü kaçırmayan kişiler olduğunu düşünmeli ve öyle yazmalıdır. Tarihçi tarihi metin yazarken bir sarraf duyarlılığıyla yazmalı ve şakşakçıların alkışlarını ciddiye almamalıdır hiçbir za-man. (Lucianus, s. 178) Tarihi metni masallaarla, övgülerle, öylesne aşırı yaltaklanmalarla tatlandıranlar bir süre egemenlerin kölesi ve oyuncağı olmaya mahkümdurlar. (Lucianus, s. 178) Lucianus ege-menlerin resmi tarih söylemlerini dillendiren tarihçiliğin utanç ve-rici ve sefil bir durum olduğunu her fırsatta belirtir. Bunu erdemsiz-lik olarak yorumlar. Kendi ulusunu, ırkını, dinini toplumunu övmek için tarih yazanların bilincini yitirmiş oyuncular ve şarlatanlar ol-duğunu söyler.

Lucianus yaltaklanma ve övgüye dayalı tarihçiliğe yazılmış bir kitapla ilgili hikaye anlatır. Dediğine göre Aristobulos Büyük İsken-der’in Poros’un savaşını anlatırken çok abartılı ve İskenderi öven bir dil kullanmış. Sonra bu kitabı İskender’e sunmaya çalışırken İsken-der Aristobulos’un elinden kitabı alıp nehire atar. (Lucianus, s. 180) Zaten övgü ve yalakalığa dayalı tarihi eserlerden ancak aptallar hoş-lanırlar Lucianus’a göre. Ona göre övgülü ifadelerle anlatılmasını isteyen kendini pohpohlanmasını isteyeler resimciye resim ısmar-larken “kuzum güzel olsun” diyen zavallı çirkinler gibidirler.

Lucia-nus bütün tarihçilerin bu tarzda tarih yaptığını ve tarihi kendisinin, ulusunun ve mensup olduğu kitlenin yararına dönüştürmeye çalışır-lar, der. (Lucianus, s. 180) Bu gün akademik tarih yazıcılığında bile tam olarak eleştirel bir tarihçiliğin ve hakikati ortaya çıkarma amaç-lı tarihçiliğin bir gelenek olarak sürdüğünü söylemek zordur. Tarih-çiler hala büyük oranda insanlar tarih yazarken ve araştırma yapar-ken peşinde oldukları şey kendi yaşam felsefelerine ve yaşam tar-zına uygun kanıt arama peşindedirler. Kendi ideolojik duruş ve tu-tumlarına payanda bulma gayretiyle tarihçilik yapılıyor denilebilir. Örneğin bir tür tarih araştırması sayılan Hadis araştırmalarına bak-tığımızda şiiler tarafından oluşturulan ve kullanılan hadislerin Şiilik düşüncesini besleyen “hadisler” olduğunu, Sünniler tarafından oluş-turulan ve kullanılan hadislerin de Sünnilik düşüncesinin besleyen “hadisler” olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Benzer durumu her alanda görmek rahatlıkla mümkündür.
Lucianus tarih kitaplarında sık rastlanan bir anlatım tarzına ör-nek verir: “Europos kendi yakınlarında düşmanlardan 70.236 kişi öldü. Romalılardan ise ancak yedi kişi ölmüş, yedisi de yaralanmış.” Böyle bir aktarma yaptıktan sonra şöyle der: “böyle uydurmalara inanacak sağdıyulu bir tek kişi bulunur mu, bilmem.” (Lucianus,s. 186) Lucianus tarihi olayları kendisi oradaymış gibi anlatan tarihçi-leri alaya alır oradaymış gibi tarih olaylarını resmetmeye çalışan tarihçileri şarlatanlıkla niteler.

Tarih Yazmada Yöntem

Lucianus,tarihçi olmak isteyen kişide iki temel erdemin bulun-ması gerektiğini söyler. Bunlardan biri politika işlerini anlamak di-ğeri de ifade yeteneği. Lucianus tarihçi olmak için öne sürdüğü şart-ları açıklarken sanki bir askeri tanımlıyor. Askeri bilgilere vakıf ol-mayı detaylı olarak bilmeyi şart koşmaktadır. Bu onun tarihi bir tür savaş tarihçiliği bağlamında aldığını gösterir. Örneğin medeniyet veya kültür tarihçiliği pek gündemi değil gibi görünüyor. “Evlerin-den hiç çıkmamış, ne bilirlerse hep başkalarından öğrenmiş kimse-lerden olmasın” derken bunu kast ediyor sanki. (Lucianus, s. 198)
Lucianus için tarihçi olmanın bir başka şartı da “her şeyden önce düşüncesinde bağımsız bir kişi olması gerekir. Kimseden korkma-yacak, kimseden bir umudu olmayacak; yoksa, ellerine biraz para sıkıştırıldı mı, şunun bunun dileğine hıncına araç olmaktan çekin-meyen yargıçlara döner. Gözü pek olmalıdır… İskender yavuzluk edip Klitos’u öldürmüş mü? Sonra bunun anlatılmasını istesin iste-mesin, tarihçi yılmadan yazmalıdır.” (Lucianus, s. 198)

Lucianus tarihçinin doğruyu anlatmasındaki haklılığı ve meşrui-yeti şöyle izah eder: “Atinalılar iyice düşünmeden bir işe girişmiş-lerse, o işin sonu kötü çıkmışsa suç tarihçide mi? Sağduyusu olan bir kimse çıkıp da ona: ‘sen bunları olduğu gibi söylememeliydin, söylemekle iyi etmemişsin!’ diyebilir mi? O yapmamış ki anlatı-yor… Olup bitenleri anlatmamakla, doğruyu söylemeyip de yalan uydurmakla bir iş düzeltilebilseydi, Thukydides de kalemiyle vurur Epipolai üzerine kurulmuş duvarı yıkar Hermokrates’in üç çifteli kayığını devirir… Thukydides öyle yazdı diye Glotha bir eğirdiğini yeniden eğirmez, Atropos da olayları değiştirmedi.” (Lucianus, s. 199)
Tarihçi olmanın bir başka şartı da, “olayları, oldukları gibi yaz-maktır:, … Tarihçinin sevmediği kişiler bulunabilir, ama o gene ka-munun iyiliğini düşünür doğruyu kendi hınçlarından üstün tutar sevdiği kimseler de vardır, ama sevdiklerinden birinin bir suçunu görürse onu da yazar, dostunu korumağa kalkmaz. Bir daha söyle-yeyim: tarihçinin biricik ödevi budur bence; tarih yazmağa kalkışan kişi yalız doğruyu göz önünde bulunduracak doğrunun bilinmesine çalışacak, başkaca bir kaygısı olmayacaktır; kendisini dinleyenleri değil, kendisi göçtükten sonra gelip yazdıklarını okuyacak olanları düşünecektir: biricik kural, tam ölçü budur işte” (Lucianus, s. 199-200)
Lucianus bu ilkeye bağlı olmadan tarihçilik yapan kişilerin o gü-nün şartlarını gözeterek yani konjuktörel bakarak yazdığını kabul ettiği için onların gerçek birer dalkavuk olduklarını ileri sürer. Buna Büyük İskender’in zamanının tarihçileri hakkındaki düşüncesini ak-tadır. Büyük İskender: “bugünküler beni övüp göklere çıkartıyorlar ama onların hepsi beni överek benim sevgimi kazanmaya çalışan dalkavuklardır” (Lucianus, s. 200-201/40) Lucianus bundan sonra Homeros’un yazdıklarını bu tarz dalkavukçu tarihçiliğe örnek verir.

Lucianus bir tarihçide olması gereken nitelikleri şöyle sıralar:
1-Korkmadan yazmak
2-Dürüst ve rüşvet yemeyen (İncorruptible)
3-Özgürce düşünmek
4-Özgürce konuşanın ve hakkın yanında olmak
5-Amacı olmak.
6-Güldürü yazarının dediği gibi: incire incir, kayığa kayık demek
7-Hıncının ve sevgisinin tutsağı olmamak
9-Acıdığı, saydığı ve utandığı için kimseyi korumamak
10-Tarafsız bir yargıç olup herkesin iyiliğini isteyen, kimse-ye hakkından çoğunu vermeyen
11-Yazılarında yurt nedir, kıral nedir bakmadan bir yabancı gibi davranmak
12-Kimseye bağlanmamak
13-Şunun bunun ne diyeceğine bakmadan olanı olduğu gibi anlamak (Lucianus, s. 57/41)
Thucydides, Lucianus’a göre, tarihçilik için bir kriter getirmiştir: iyi ve kötü tarih yazımı diye. Ancak ona göre Thucydides koyduğu bu ilkeye kendisinin de bağlı kalmadığını ima eder. (Lucianus, s. 57/42)

Tarihin Amacı

Tarihin başlıca amacı, hakikat olmalıdır. Hakikati, doğruyu açık-ça ve çekinmeden söylemelidir. Sıradan avam dilini de kimsenin an-lamadığı ağdalı dili de kullanmamalı, öyle bir üslup kullanmalı ki halk beğensin eğitimli kişiler de sevsin. Böyle yazılmalıdır tarih Lu-cianus’a göre. (Lucianus, s. 59/44) Tarihçinin üslubu da yaklaşımı da gerçekçi olmalı ayakları yere basmalıdır. Gereksiz yere coşkuya kapılırsa saçmalamaya başlar.(Lucianus, s. 61/45)

Tarihçi herkesten bilgi almamalıdır. Ya olayı doğrudan görenden yo da yalan söyleme ihtimali zayıf olan kişilerden almalıdır. Bu kaynaklar arasında da neye inanıp neye inanmaması gerektiğini se-çebilmelidir. Tarihçinin ustalığı burada ortaya çıkmalıdır. (Lucia-nus, s. 61/47) Tarihçiye düşen olayları tarafsızca anlatıp okuyanın olayları görmüş gibi hissetmelerini sağlamaktır. (Lucianus, s. 65/51) Tarihçiye şöyle seslenir Lucianus: “Tekrar tekrar söylüyo-rum, lütfen bu günün memnuniyeti ve alkışlarını düşünerek yazma. Gelecek için yazmayı hedefle. Kitabını gelecek nesillere yaz. Onlar senin için ‘Bu kişi gerçekten özgürmüş, dürüstmüş, kimseye yaran-mak için yazmamış’ desinler,” der. Aklı olan kişi bu günün umutla-rını bir tarafa bırakıp gelecekteki bu övgüleri üstün tutar. (Lucianus, s. 71/61) Tarihçi kendini doğru olana adamalıdır. Zamanında yaşa-yanların alkışlarına değil. Gerçek tarihçilik kuralı ve yasası işte bu-dur. (Lucianus, s. 72/63)

30 Aralık 2017 Cumartesi

“DEĞER” KAVRAMININ YOZLAŞMASI

Mustafa Çevik

“DEĞER” KAVRAMININ YOZLAŞMASI

Mustafa Çevik
Hocalık hayatımda neredeyse her sınıfa sorduğum bir soru vardır. Şöyle: “sizce ahlak evrensel midir yoksa kişiye ve topluma göre değişir mi?” Bu soruya rahatlıkla, “tabi ki toplumdan topluma değişir” diye cevap alırım genelde.
Oysa ahlakı göreli kabul edersek yani ahlak kişiye ve topluma göre değişiyor ise o zaman ahlakın bir önemi kalmamış olur. Çünkü ahlak göreli ise birine göre ahlaksız olan ötekine göre ahlaklı olmuş olur.
Temelde her türlü kavramın, kurumun ve anlayışın temelinde iki türlü yaklaşımın olduğunu düşünüyorum.
Birincisi “değişim”, “ilerleme” gibi kelimelerle ifade edilen yaklaşım. Bu yaklaşıma göre her şey değişiyor insanlık da bu değişimden evrilerek gelişiyor. Buna göre insan için sabit bir değer korunması gereken bir şey yoktur. Maddi ve manevi her ne var ise insan zihninin tarih içinde gelişmiş ürününden başka bir şey değildir. Bu durumda eğer her şey insan ile birlikte gelişiyor ise bu insanı da içine alan bir değişim olduğu için insan için durağan ve korunması gereken bir durumun yok anlamına gelir.
İkincisi ise hayatta ne oluyor ise bunun insan ürünü gibi görünse bile insanda verili olanın bir sonucundan başka bir şey değildir. Yani eğer insan devlet kurumunu icat etmiş ise bu bir tesadüfün veya ihtiyaç sonucu bir keşif olmaktan çok bir zorunlu durumun sonucudur. Çünkü insan başı boş  bir varlık değildir. Böyle bakılınca insan birinci yaklaşımdaki gibi doğanın kendiliğinden var olmuş bir ürünü değil bir amaçlılık içinde yaratılmış varlık olarak algılanır. Bu yaklaşımda bilginin amacı amac'ın bilgisidir denilebilir. Bu aşamadan sonra artık üretilen her türlü kavram ve kurumların söz konusu amaca uygun olup olmadığıdır.
Peki ikincisi yani amaçlılık (telos)  kabul edilmez ise veya telos kabul edilip ona uygun bir duyarlılk geliştirilmez ise ne olur? Eğer insanın bir amaçla var olduğunu kabul etmez isek üretilen her şeyin tesadüf, şans eseri ve nihayetinde anlamsız olduğu sonucuna varmak durumunda kalırız. Öyle bir durumda hiçbir kavramın ve kurumun doğruluğundan veya yanlışlığından söz edilemez. Bu durum doğal olarak relativizme ve değer bunalımına ve karmaşaya götürür. Nitekim “her şey gider”  sloganıyla sonsuz relativizmi yüce değer olarak sunan postmodernizmin en çok bu noktadan eleştirildiğini biliyoruz.
Eğer amaçsızlık değer relativizmine ve değer bunalımına neden olur ise sonuç ne olur?
Kimseye yapılan ve söylenen şeyin yanlış olduğunu söylemek için bir hareket noktamız olamaz. Yani bir zalim yönetimi eleştireceksek eleştirimizin bir dayanak noktası ve referans kaynağı olmak zorundadır. Aksi durumda iyi ve kötü ayrımı ve dolayısıyla iyinin tavsiyesi (emr bil ma'ruf ve kötünün eleştirisi (nehy anil munker) imkansız hale gelecektir.
Peki iyi ve kötü ayrımını yapabilmek için hareket ettiğimiz her nokta ve her referans haklı ve geçerli midir?
Kuşkusuz hayır. Çünkü her hareket noktasının doğru kabul edilmesiyle hiç birinin doğru kabul edilmemesi arasında bir fark yoktur. Öyle ise referans noktasi yukarıda söylediğimiz gibi insana getirilen tanımla ilgilidir. Eğer insanın kendisini ve yaptıklarını evrenin bir uzantısı ve doğal bir parçası sayarsak ayrı, yaratılmış, bilinç ve sorumluluk sahibi bir varlık kabul edersek ayrı referanslara varırız. O zaman hayatı anlamlı hale getirmek için nasıl ki hareket noktası kabul edilen referanslara ihtiyaç var ise doğru referans ile yanlış referans ayrımının da önemli olduğunu söylemek durumundayız.
Doğru referans yaratılış amacına uygunlukta aranmalıdır. Ancak bu gün başta Türkiye olmak üzere Müslüman dünyasında referans değerler sekülerleştirildiği için kendi bilim, sanat, hukuk, ahlak ve devlet anlayışları arasında bir bütünlük yoktur. Tek referansı “Allah adına okumak” olması gereken Müslümanlar bu kurucu değere yeniden döndüklerinde devletin kuruluşu, eğitimin programlanması, bilim anlayışı vs. her alanda birbiriyle bağlantılı bir referans değere sahip olunmuş olur.
Sekülerlik Allah'a, inanılsa dahi, kendi hayatında yer vermek istemeyen bir tür pratik ateizmdir.

Taammüden Satanizm

   Şeytanın varlığı yanılgıyla başladı. Şeytanlığı da yanılgısında ısrar etmesindedir. Bilerek taammüden ve bilinçli bir şekilde hatada ısra...