Prof. Dr. Mustafa ÇEVİK
(Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBU) Öğretim Üyesi)
Aile ve İnsan Doğası Sorunu
Eğer bir toplumun, bir medeniyetin aile felsefesi yoksa egemen kültürlerin dayattıklarını anlamak
ve uyarlamakla geçirir bütün enerjisini. Bir süre sonra kendisi olmayan bir toplum ortaya çıkar. Genci
eski genç olmaz, yaşlısı eski yaşlı olmaz. Öğretmeni, öğrencisi, esnafı kendi kültürüne yabancıdır.
Artık böyle bir topuma düşen tek şey geçmişine dönük nostalji ve hayıflanma seramonileridir.
Bir ülkenin ve bir medeniyetin aile felsefesi yok ise sağlıklı aile politikaları geliştirmek yerine
piyasanın kendisine dayattığı aile anlayışının ideal politika olduğuna inanmaya başlar. Çünkü
herhangi bir konuda bir sabiteniz (ilke) yok ise “piyasa”nın önünüze koydukları etrafında
dolaşırsınız. İlkenin olmadığı yerde temel ilke piyasa beklentileri olur. Arz talep dengesi belirleyici
olur. Burada iki şey ortaya çıkar: metalaşma ve yabancılaşma. Eğer aile felsefeniz ve bir aile anlayışınız
yok ise veya var ama yitirmişseniz piyasa sizin aile yapınızı önce yabancılaştırır sonra metalaştırır.
Piyasa öyle bir şeydir ki en temel şey olan “değer”leri bile metalaştırır. Paraya dönüştürür. Son
birkaç yıldır “değerler eğitimi”ne yönelik üretilen sözde eğitim malzemesi yayıncılık piyasasının en
tutulan “meta”ıdır mesela. Aile de böyle bir şeydir. Aile danışmanlığı, aile terapisi ve aile koçluğu gibi
tanımlanmamış çok sayıda meslek aile konusunda üretilmiş yanlış politikaların oluşturduğu
boşluktan para kazanmayı hedeflemektedir.
Şimdi acaba bir aile felsefemiz var mıdır? Var da yitirdik mi? Buna bakalım. Bu soruya cevap
vermeden önce “İnsan nedir?” sorusunu, bununla bağlantılı olarak “İnsan Doğası” sorununu ve
bununla bağlantılı olarak “ortak insani öz” sorununu anlatmamız gerekir. Ve bu “insan doğası” ön
kabulü üzerinden de bir “aile felsefesi”ni irdeleyeceğiz.
Hz. Âdem’in yaratılışı. Kutsal kitabımıza göre Hz. Âdem yaratılınca ardından aynı “benlikten”
(nefs) bir de Havva’yı yarattı. Allah Âdem ile Havva’nın ayrı olmasını istemedi. Onların bir aile
olmasını istedi. Ancak Âdem ile Havva’nın birlikteliğinden yani aile olarak kalmasından rahatsız olan
biri vardı. Şeytan. Şeytan onları kandırarak yasaklanan şeyi yapmalarına sebep oldu ve bu onların
ayrılıklarına ve dünya sürgününe neden oldu. Denilebilir ki şeytan aileye karşıdır. Veya şöyle: Şeytan
insanın bir aile olarak yaşamasını istemedi.
1 i
Allah aile kurulmasını ve sürdürülmesini istiyor şeytan ise aileyi ve ailenin sürdürülmesini
istemiyor. Ve o gün bugündür insanlar aileye karşı olanlar ve aileye taraftar olanlar olmak üzere
ikiye ayrılmaktadır. Bugün yeryüzünde ailenin varlığını korumaya çalışanlar ile aileyi yıkmaya
çalışanlar olmak üzere iki grup vardır. Aileye gerek yok diyenler “aslında doğal olan serbest
üremeydi aile arızi durumdur” demişler ve diyorlar; aileye gerek var diyenler ise “doğal olan aileydi
serbest üreme arızi durumdu,” der. Birincisine göre aile bilinci yoktu insan aileyi üretti. İkincisi görüşe
göre ise aile vardı insanlar bu değeri kaybetmektedir. Giderek yaşadığının doğru şey olduğuna
inanmaya başladı insanlık.
İnsanın Adem ve Havva kıssasında olduğu gibi yaratıldığına inanan başta Müslümanlar olmak
üzere bütün semavi dinler ailenin “verili insan doğası”nın bir sonucu olduğunu kabul eder. İnsanın
özünde kadınlık ve erkeklik olduğu gibi doğal üreme şekli de bu öze dahildir. Bu cinsiyet doğuştan
verili bir özdür, toplumun, coğrafyanın ve ekonominin “yapı”sından devşirilmiş değildir. Meşhur
Marxist söylem ile, ekonomik “alt yapı” devlet, din, ahlak ve aile gibi “üst yapı”yı üretmiş değildir.
Kimi toplumsal cinsiyet (gender) savunucularının ileri sürdüğü gibi cinsiyet değişmekte olan bir
süreç değil verili olan doğal bir sabitedir insan için.
Her türlü zihinsel bilginin dışarıdan yapılan dayatmaların ürünü olduğunu iddia eden
“yapısalcılar”a göre kadınlık ve erkeklik şeklindeki biyolojik yapı doğuştan olsa da onların getirdiği
rol dağılımları yapının birer ürünüdür. Ve bu yapı değiştikçe de evlilik, nikah, cinsiyet, cinsiyet
kimliğinin sayısı ve yapısı, anne-babalık ve aile şekli de dönüşecektir. Postgenderizm ise biyoteknoloji ve genbiliminin gelişmesiyle birlikte giderek bütün bu tanımlamaların anlamını yitireceğini
ileri sürer. Sadece toplumsal cinsiyet değil biyolojik cinsiyetin de giderek grileşeceğini kişinin
cinsiyetini belirlemesini bir özgürlük sorunu olarak ele alır. Bu konuda sabit insan doğasını değil de
değişken insan doğasını esas alanlar cinsiyet sorununu salt özgürlük bağlamında ele almışlardır.
Özgürlüğü tek sınırsız bir değer olarak ele aldığımızda absürd birçok sonuçla karşılaşırız. Bunun tipik
örneği 2010 yılında İsviçre Parlamentosu tarafından Yeşiller Partisi temsilcisi Daniel Vischer tarafından
aile bireylerinin karşılıklı rızalarının olması durumunda evlenmelerinin önündeki yasağın
kaldırılmasını teklif eden yasa önerisiydi. (The Telegraph, Allan Hall, 13.12.2010)
Kadim tartışma bugün ve bu konuda da sürmektedir. Neydi kadim tartışma? Bir taraftan “her şey
değişiyor, değişmeyen tek şey değişmedir” diyen görüş, öbür taraftan “beden değişse de esas olan
ruhtur, ruh değişmez” diyen görüş. Bu iki farklı anlayışın insan ontolojisine uyarlanışı ise şöyle:
Birinci görüşe göre insan bedenden ibarettir. Beden değişince her şey değişir. İkinci görüş ise insan
beden artı ruhtan ibarettir. Beden değişse de ruh kalıcıdır.
Benzer şekilde genetik ve biy-teknoloji değişse de insanın ortak özü dediğimiz ruh
değişmeyeceği için aile tanımlaması ve aile anlayışı da korunabilir. Elbette ruhun istikametini
yitirmemesi için insanların eğitilmesi gerekir. Devletin varlık nedeni doğadaki dengeyi korumaktır.
Hem insan doğası hem de çevresel doğanın dengesi. Mutedil olanı, adil olanı seçmek ve korumaktır
esas görev.
Aile ve “Ortak İnsani Öz” Sorunu
Yapısalcıların ve ekofeministlerin doğacı anlayışlarından farklı olarak biyolojinin ötesinde bir
“insanlık,” bir “kadınlık” ve “erkeklik” özü var mıdır? Bu sorunun gözden kaçırılmaması gerekir.
Sadece biyolojik öz vardır bilişsel ve zihinsel bir öz yoktur denilince aslında bir “insan” özünün de
varlığı inkar edilmiş olur. Ne demek “bir öz sahibi olmak”?
Doğuştan bir “ortak öz”e sahibi olmak demek insanı diğer varlıklardan ayıran biyolojinin ötesinde
bir “aşkın öz” (müteal, transandantal) yani manevi, kimliksel ve ruhsal bir öz var demektir. İnsanı
insan yapan şey zaten bu özdür. Yoksa insanların biyolojik yapıları aynıdır. Genleri farklıdır sadece.
Ama o genetik farklılık biyolojik farklılığı ortaya koyar. İnsanların birbirini anlamasını sağlayan şey
biyoloji değil onun ruhudur. Bu ruha ne dersek diyelim, İngilizce konuşulan dünyada bu ”mind”
denilen şeyi ve onun bedenle olan ilişkisini, “mind” yani ruh, zihin veya manevi kişilik yoktur diyerek
sorunu çözemezsiniz. İnsandaki bu öz, her ne ise, insanı insan yapan şeydir. Öyle ki bu özü taşımayan
bir insanın, kişi hakları da verilmez. Mesela akli dengesi bozulmuş birinin evlilik, ehliyet alma, oy
kullanma, menkul ve gayrimenkul alma gibi hakları yok kabul edilir. Çünkü insanın “kişi” olması için
o “ruh” diyebileceğimiz şeyin, pekâlâ “akıl” da diyebilirsiniz, var olması gerekir. Onun için ateist
varoluşçuların ileri sürdüğü gibi “Varlık özden önce” değil, “Öz varlıktan önce” gelir.
Peki insan için doğuştan bu “öz” kabul edilmez ise ne olur, kabul edilirse ne olur? Önce kabul
edilmemesinin nasıl bir anlam ve sonuç doğuracağına bakalım. Şöyle ki: İnsanın doğuştan bir ortak
“insani öz”e sahip olmadığını söylediğimizde insanın evrilerek diğer canlılardan koptuğunu ve kopuş
sonrası yeni bir tür olarak, doğal çevrenin şartlarına adapte olmak için, varlığını şekillendirdiğini kabul
etmemiz gerekir. Ve bunun ardından insanın bugün böyle bir yapıya yarın da başka türlü bir yapıya
sahip olduğunu peşinen kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü bir “insan doğası” veya “insan özü”
şeklinde bir sabiteye inanmıyor olmak bu değişime ve bu değişimle birlikte yeni “insanlık” durumları,
yeni ahlak, yeni hukuk, yeni devlet ve yeni eğitim anlayışına sahip olmak demektir. Bunun için de
örneğin bu gün adil veya haksızlık olarak kabul edilen şeyin dün veya gelecekte pekala öyle kabul
edilmeyebileceğini de kabul etmektir. Ve tabi ki bu kabul edildiğinde zorunlu olarak bu gün sizin adil
veya gayri adil bulduğunuz şeyin “size göre” adil veya gayri adil olduğu gerekçesiyle
reddedilebileceğini kabul etmiş olursunuz. Bu durumda ise yeryüzünde herkesin kabul ettiği bir
haksız durumdan veya uygulamadan söz edemeyiz. Çünkü evrensel bir hakikat, evrensel bir hukuk,
evrensel bir insan anlayışına sahip değiliz. Değişken bir insan yapısı, sürekli evrilmekte ve
dönüşmekte olan bir insan doğası üzerinden sabit bir adalet, zulüm, doğru, yanlış, hak ve hakikat
tanımlaması yapılamaz.
Benzer şekilde “aile”nin insan doğası ile ilişkili verili bir öz olduğunun rasyonel izahını yapan bir
aile felsefeniz yok ise ailenin insanlık tarihinde, aşk, dindarlık ve sevgi sonucu değil de, kadının
köleleştirilmesi gibi bir takım kötü niyetlerle üretilmiş bir arızi kurum olduğunu ileri süren anlayışa
teslim olursunuz. Ailenin insanlık tarihi için bir “arızi” durum olduğunu söylemek ailenin şeklinin,
yapısının, anlamının, amacının değişebileceğine razı olmak demektir. Daha açık bir ifade ile. Mesela
evlenilebilecek kişilerin yakınlığı, cinsiyeti, evliliğin doğurduğu yükümlülükleri gibi kuralların aile
için şart olmadığını kabul etmiş olursunuz. Bir “aile öz”ünün olduğunu inkâr etmek veya inkârına
razı olmak ailenin herhangi bir kuralının olmadığını kabul etmekle eş değer sayılır. Çünkü örneğin
“şu kişilerle evlenemezsin evlendiğinde bir aile kurmuş olmazsınız,” diyebilmeniz için bir aile
tanımınızın ve aile çerçevenizin olması gerekir. Eğer aile için çizilmiş bir çerçeve kurallar sisteminiz
yok ise hem aile kurma şartınız olamaz hem de aile olduktan sonra bağlayıcı kurallardan söz
edemezsiniz. Bu da aslında fiili olarak aile kurumunun ortadan kaldırılması anlamına gelir.
Sınırları tanımlanmamış bir aile “öz”ünü kaybetmiş olur. Öyle bir kültürde artık ya ailenin anlamı
kalmaz ya da her türlü sıradışı ilişkiye aile denmeye başlar.
Elbette bilimsel gelişmeler, iletişim ve ulaşım teknolojisinin getirdiği imkânlar nedeniyle her aile
kuran kişilerin fiziksel olarak her an bir arada bulunmaları zor olabilir. Burada esas önemli nokta sahip
olunan aile anlayışının meşruiyetinin dayandığı referanslardır. Ailenin kökenine dair tartışma ailenin
insan doğasında (erkek, kadın ve çocuk) verili bir yapı mı yoksa sonradan üretilmiş uydurulmuş bir
yapı mı olduğu tartışmasını beraberinde getirir. Eğer aile verili bir yapıdır diyorsanız ailenin Hz.
Adem ve Havva’dan geldiğini kabul edersiniz. Ama eğer aile üretilmiş bir yapıdır diyorsanız ailenin
daha sonra emperyal amaçlarla emek sömürüsü için üretilmiş bir tür “enstrüman” olduğunu kabul
edersiniz.
Ailenin Meşruiyet Kaynağı “Ortak İnsani Öz”
İnsanın verili bir “ortak öz”ünü veya “insan doğası”nı kabul etmek ne anlama gelir? Ve bunun aile
felsefesi açısından anlamı nedir?
Özcülük ve yaratılış arasındaki ilişki yaratmanın doğasında olan bir şeydir. Şöyle ki: Yaratma var ise
amaçlılık vardır. Amaca uygunluk eylemin sınırlılığını belirler. Bu ilkeli hayat denilen ahlaktır. Ahlak
eğer yapının ürünü kabul edilir ise çevreye bağımlı ve göreli demektir. O zaman ahlakın değişkenliği
savunulabilir. Ama eğer ahlak icad değil de verili olanın keşfi ise onun da yaratılmış insan doğasındaki
öz ile ilişkisi var demektir ve verili olan evrensel olur. Çünkü insana ve tarihe göre değişmez.
Ahlakın evrenselliği ile “insanlık özü” birbirinden bağımsız değildir. Kadınlık ve erkeklik cinsiyet özü
de “insan özü”nden bağımsız değildir. Ancak kadın ve erkek öz farkı hukuk önünde bir ayrımın
temelini oluşturamaz. Çünkü adalet de bir ahlak ilkesi olarak insan özünde vardır. Ortak öz ortak
hukuki muamele ister.
Özcü yaklaşım insanın yaratılmışlığını beraberinde getirir. Biyolojinin ötesinde bir ortak özden
bahsedebiliyor isek bunun amaçlı olarak verilmiş olması gerekir. Çünkü biyolojinin ötesindeki bir
anlam dünyası biyolojinin evrilme kurallarıyla izah edilemez. İzah etmeye kalkışanların buldukları en
özgün teori “alt yapı-üst yapı” ilişkisi teorisi ve onun farklı alanlardaki türevleridir.
Aile yapının ürünü kabul edilir ise biyolojik cinsiyet eşitliği dahil her türlü değişim ve dönüşüm
normal kabul edilmiş olur. Ama eğer aile anlayışı özcü ise değişim beklentisi veya müdahalesi
çevrenin baskısıyla değişimden çok adalet ve haklar konusuyla sınırlı kabul edilir. Esasen insanın
özgürlük alanı da kendi doğasını dönüştürmeye yeterli değildir. Bütün insanların aklını kullanması,
dil iletişimi kullanması, üzüntüleri, mutlulukları, umutları vs. her konuda benzer düşünüyor olması
alışkanlık değil “ortak öz” dediğimiz şeyin bağlayıcılığı ile ilgilidir. Dolayısıyla varoluşçu düşüncede
dile getirildiği gibi insan dünyaya geldikten sonra özünü oluşturuyor değildir. Öyle olsaydı bu kadar
farklı coğrafyalarda yaşayan insanların benzer bir formata sahip olması mümkün olamazdı. Eğer verili
“ortak öz”den söz ediyorsak bütün insanların benzer şekilde düşünmesi, davranması ve
inanmasından yola çıkarak bunu anlayabildiğimiz için. İnsan yapının eseri diye kabul edilirse kadınlık
ve erkeklik kimliği de ve dolayısıyla aile de yapının eseri olmuş olur. Eğer insan konusunda özcü isek
kadın ve erkek konusunda da ve dolayısıyla aile yapısı konusunda da bir özcü anlayış ortaya koymak
gerekir.
Özcü olduğumuzda insanın ve ailenin özü korunması gerekir. Yapısalcı olduğumuzda ise insanın ve
kadın-erkek kimliğinin sürekli olarak duruma ve yapıya göre değişmesinin mümkün ve normal
olabileceğine inanmak gerekecektir. Onun için sahip olduğumuz “insan doğası” veya genel olarak
insan anlayışımızın bizim aile anlayışımızı ve aile felsefemizi de temellendirdiğini unutmamak
gerekir.
Başta Müslümanlar olmak üzere bütün semavi din geleneklerinde aile korunması gereken mukaddes
bir kurum olarak kabul edilir. Ve ailenin kurulmasının engelleyici ve ifsad edici yapıların ve
kuramların her türlüsü ve ailenin dağılmasına yol açan her türlü duygu, tutku, hırs, anlayış ve düşünce
“şeytani,” ailenin kurulması ve korunmasına yol açan her türlü eylem ve anlayış da rahmanidir bu
geleneğe göre.
Bugün bütün dünyada ailenin insan için, insanlık için gerekli olduğunu kabul eden bir
muhafazakar duruş vardır. Ancak aile karşıtı ideolojilerin kapitalizm ile oluşturduğu paralel eylem ve
iş birliği ailenin muhafaza edilmesini zorlaştırmaktadır. Öyle ki sabit, tanımlanmış doğal aile
kurumunun gerekliliğini savunmak bile kolay görünmüyor.
Oysa her canlı gibi insan yavrusu da olgunlaşana kadar onu dünyaya getiren veya ona duygusal
bir bağ ile bağlanacak koruyucu veya evlat edinen ebeveyn tarafından korunmalıdır. İnsan yavrusu
için doğal ortam “ana kucağı” dediğimiz bu ortamdır. Elbette istisnai durumları hariç tutuyoruz.
Mazeret durumu için her konuda ve her zaman ayrı ve geçici yaklaşım olmak zorundadır.